<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d9035958\x26blogName\x3dGece\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://sebnem.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://sebnem.blogspot.com/\x26vt\x3d49898149766296179', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script> Gece Logo Ana Sayfa Profil

Cumartesi, Temmuz 30, 2005

Kuş üzümü

Bugüne kadar kuş üzümü ile çekilmemiş top haldeki karabiberin ne kadar benzediğini fark etmişmiydiniz? Fark etmediyseniz dolma yaparken dikkatli olun.

Yaktın beni kuş üzümü :)

Cuma, Temmuz 29, 2005

Happy/Sad Hour

Şirketin bahçesi. Cuma akşamı Temmuz ayı doğumgünü partisi... Biz Ligeian ile ayrı noktalara dalınca, Sepuk merak ediyorum ne düşünüyorlar dedi. Merakta bırakmıyoruz kendisini:
İyi oldu be Cuma akşamı happy hour aktivitesi. Ohhh sohbet muhabbet, bir de bira...Şu çocuk kim, yakışıklıymış, yeni mi başlamış. Baktı mı ne bana, yok lan ne bakacak. Bakar tabi niye bakmasın, kompleksler yine aldı başını gitti di mi? Off ulan, bırakıp gittin beni. Senin yüzünden bunlar. Gelirdik çimlere yayılırdık eskiden, büyüdük mü de masada oturuyoruz artık. Olur mu olm, çimler ıslak ondan. Nedir bu burukluk içimdeki peki, niye elim telefonda. Aramayacak biliyorsun işte, neyin inadı bu. Dur ben belaltı bi espri yapayım anlamasın yanımdaki çakallar ne düşündüğümü. Lan nereye gitti bizim yeni yakışıklı. Öyle bel bel dalarsan gider tabi. Diğerleri gibi...

Bir baş yapıt...

Sabah uyandım,(hala bıcır bıcırdım). Gidip televizyonu açıp sanal ses yarattım. Kanal D, sabah 7.Yaratıcı bir afiş çalışması

Bir baş yapıt, bir Hülya Avşar klasiği: Suçlu Gençlik. Kalkamadım başından, işe geç kaldım.

Ne isterseniz var, 80’li yılların disco görüntüleri, aslan yelesi saçlar, uyuşturucu, seks, zengin ama ilgisiz baba, saflığının kurbanı olmuş genç kız kardeş, cinayet, babadan yenen tokat, polis teşkilatı… Bu böyle gider. Yandaki filmin afişi epey bir şey anlatıyor zaten.

Özellikle finale giden sahnelerde koptum.

Hülya Avşar’ın feleğin çemberinden geçmesine neden olmuş olan Cüneyt isimli bir karakter var. Bu şahıs bir yandan da saf ve toy olan Nazlı’ya da – Hülyanın biricik kardeşi- gereken muameleyi yapıp hamile bırakıyor. Sonuçta, Nazlı kürtaj sonrasında ölmek üzere.

Hülya, odaya giriyor ve “Kim yaptı bunu sana kiiiim?” diye haykırıyor.Çünkü o sırada en önemli şey kızı kimin hamile bıraktığı. Güzel sözler, vedalar, helalleşmeler falan yok. Nazlı, Hülya’nın eline parmağı ile harfleri çizmeye başlıyor. “C”, “Ü”, “N”, “E”, “Y”, “T” ve Hülya son harfte ancak anlayabiliyor ismi. Ve kızcağız da harfleri yazmak için tüm gücünü harcadığı için ölüveriyor.

Eh, mecburen Hülya gidip katil oluyor, kızcağızı da savcı olan ilgisiz babası bin pişman savunuyor. O savunma sahnesi ayrı bir hikaye mutlaka izlenmeli. Yok izlemeyecem diyorsanız, anlatan bir kardeşimize kulak verebilirsiniz.

Hülyacım, (filmin sonunda sempati-empati düzeyim arttı kadına karşı, Hülyacım demeye başladım) 6 küsur sene hapse mahkum oluyor. Polis komseri Kenan Kalav en manalı ses tonu ile “Bekliciim” diyor, Hülyacım çakır çakır bakıyor kendisine “Ben de” diyor. Hayır o vakitler, hapishane duvarını delip ilişki yaşamak falan da yok, senarist nasıl Hülyanın beklemeyeceğini düşünmüş olabilir ki?

Perşembe, Temmuz 28, 2005

Bıcır bıcırım bugün

Dün gece öyle bir ayar aldım ki birinden! Ayar sırasında üzüldüm, hatta tamam ağladım da azıcık, "noluyor be niye fırça yiyoruz iki dakka bir sorunumuzu anlatıyoruz" diye. Ama telefonu kapatınca fark ettim, hizaya geldim.

Dersin özü şu: Sorunun varsa, ya çözmeye çalış adam gibi, ya da ağlanıp sızlanıp durma.

Sonra yattım ben uykuya/rüyaya...

(Eski) Sevdiceğin motorunun arka koltuğunu işgal ettiğimiz dönemlerden beri ulen benim neyim eksik ben de ivme istiyorum diye düşünüyorum ya, bir de son bir iki gündür bir komşu blogda bu konuda yorum falan yapıyorum. O sebepten herhalde rüyamda motor kullanıyorum ben.

Boyuma posuma uygun güzel bir şey almışım. Ehliyet de cebimizde. Ama gel gör ki kocaman bir yastık taşıyorum önümde. Yastık da yastık yani, hani eskilerin bi yastık da kocatsın dedikleri türden. Dolayısı ile yine ivmeyi hissedemiyorum, yine yolu göremiyorum.

Bu durumda ben ne yapıyorum?Tabi ki söyleniyorum. "O kadar kastım motoru kullanmak için bu yastık yüzünden hiç birşey yapamıyorum" diye ağlayıp duruyorum ama o yastığı ordan kaldırıp da arkama koymak aklıma gelmiyor. İlla taşıyacaksam bu yastığı arkamda da, beni engelleyemeyecek şekilde taşıyabilirim diyemiyorum (Bak, inceden inceye ders var buralarda, okumadan geçme yolcu)

Sonra sabah oldu, ben uyandım. "Ulan" dedim "dün fırça yemiştik, gece rüyasına yatmışım gibi bir de manalı rüya patlatmışım, tam pekişti hadise. " Kalk hadi kalk, yeni bir gün bugün.

Ve işte bıcır bıcırım bugün...
Ve tenk yu sir :)

Çarşamba, Temmuz 27, 2005

Otosansür

Yazıp yazıp siliyorum, otosansür devrede. Bir de nerden çıktığını anlamadığımız bir tansiyon problemimiz var. Son 1 saattir epey yüksek.

Bugün benden yazı çıkmaz arkadaşlar.

Salı, Temmuz 26, 2005

:(

Ailem tatilde, ve sanırım yaşlandım ben. Eskiden onlar gitsin de ben evde yalnız kalayım isterken, şimdi içimde bir burukluk... Sanki doğduğumdan beri yaşadığım bu şehir, gurbet.

Keyifsiz, uykusuz ve bir garibim bugün.

Geçecek...

Pazartesi, Temmuz 25, 2005

Ereğli, Akçakoca
Bulamadım Yine Koca

Bildiğiniz üzere hafta sonu 3 kız Ereğli tatili yapacaktık, biraz rahatlamak için. Bakın neler oldu:

Cumartesi sabah 7'de Ereğli'ye doğru yola çıktık, 2 kişi. Diğerimiz bizi Ereğli'de bekliyor. Sanki 2 günlüğüne değil de 1 haftalığına gidiyor gibiyiz ama, ikimizde de kocaman çantalar. 12 gibi Ereğli'deyiz. Karşıladı arkadaş bizi, hemen yemeğe gittik. Ben azimliyim bozmuyorum rejimi.
Ereğlide yaşayıp kendini bize ağırlamaya adayan Nesrin, hadi Akçakocaya denize gidelim dedi. Ancak kendisi henüz 6 aydır sadece Ereğli'de araba kullanıyor ve hiç şehirdışına çıkmamış. Biz yine de verdik Nesrine gazı, o da verdi arabaya gazı, çıktık yola... Yolun 30. km'sinde falan Nesrinin hayatında ilk defa 4. vitese geçisini alkışlarla kutladık. Ne yaptıksak, 5. vitese attıramadık ama. Sağda soldaki "Kantar", "Ağırlık Kontrol" yazılarını her ne kadar kızlar gözüme soktularsa da ben oralı olmadım.

Pek keyifliydi Akçakoca. Denizde dalgalarla oynaştıktan hemen sonra güneşin altına yatıp, dalından fındık koparıp buz gibi biralarla yemek her depresif bünyeye lazım.

Dönüşte Ereğli piyasasını alt üst etmek için giyindik süslendik, deniz kenarına piyasa yapmak üzere gittik. Pek keyifli olmasını planladığımız piyasamız yediğimiz dost kazığı (bkz: Üstte ortada) keyfimi azıcık kaçırdı. Bizim Desperate housewifes'dan biri o kadar da umutsuz olmadığını ve erkek arkadaşı ile barışmak istediğini ve sabah ilk otobüs ile döneceğini o anda beyan etti. Kaldık mı Ereğli de yediğimiz kazıkla. Kaldık mı iki kişilik ziyaretimizde tek başımıza. E cadıyımdır zaten, astım suratımı oturdum. Bir yandan da Unutama Beni üzerine Gül Güzeli çalıyor, ben o hatıra benim, bu hatıra senin dalıııp dalıııp gidiyorum. Neyse Nesrin biliyor beni neyle hayata döndüreceğini. Tuttu balıkçıya götürdü bizi.. Rejim de ne, öğlenki bira ve fındıklardan kalmamıştı ki öyle bir şey.

Ertesi gün sabahın köründe ise zavallı ev sahibimiz birimizi otobüse bindirirken diğerinin kıçını hiç kaldırmayıp uyuyarak tavır yapması ile uğraşıyordu. Ereğli'de 2. günde, kahve, dedikodu, tavla, muhabbet geçiverdi.

Ben kafamda nasıl maksimum trip atabilirim kurguları ile tek başıma yola çıktım.

Cuma, Temmuz 22, 2005

Universiade İzmir

Allah'tan, çalıştığım kurum ve Okçuluk Federasyonu'ndan bir mani çıkmazsa Ağustos'da Universiade'a görevli olarak katılacağım.*

Bizden bir başvuru formu ve bir dolu evrak istediler. En ufak bir abartma yok, şaka gibi:
Universiade maskotu EFE ok da atabiliyor
  • 6 resim
  • İkametgah
  • Sağlık raporu
  • Sabıka kaydı
  • Diploma örneği
  • Nüfus cüzdanı
  • Ehliyet
  • SSK kartı
  • Kan grubu
  • Vergi numarası

Unuttuğum var mı bilmiyorum ama bunların içinde en zoru başvuru formunu doldurmak oldu. Çünkü şapka bedenime kadar her türlü bedenimi sordular ve ben her zaman yaptığım gibi yalan söyledim. Kesin İzmirde, verdikleri şort bacaklarımdan daha yukarı çıkmamak için inat ederken ben akrobasi yapıyor olacağım. Şimdiden ter basıyor. (Ay sanki formu değerlendiren kişi, müstakbel kayınvaliden. Ne yalan yanlış bilgiler veriyorsun. De adam gibi ben filim diye, ne bu sıkıntı)

Bir de tatile gideceğimi sanan bir kesim var. Onlara "Ah ahhh" diyorum, buruk bir gülümseme ile bakıyorum o kadar. Neden? Çünkü bir önceki tecrübemde Mayıs ayında Antalyada beş yıldızlı bir otelde odam dururken, ben bir gece 12-02 arasında sahadaki prefabrik odada, iki plastik beyaz sandalyeyi birleştirip yatak, odadaki kornişten çıkardığım perdeden de pike yapıp uyudum. (Evet iki plastik sandalye fil taşıyabiliyor, ve evet belki azıcık bel vermiş olabilir sandalyeler.)

Yani biraz endişeli gideceğim İzmire. Tek tesellim sembolünün bile Yalıçapkını kuşu olması :) (İzmir kızları, geçmeyin önüme)

Perşembe, Temmuz 21, 2005

Çatlasın Düşmanlar

Ereğlide mutlu mesut haftasonuGeçen sene Nisan ayı, hadi dedik 4 kız bi Ereğli seyahati yapalım. Burası kritik, çünkü 4 kızın olduğu bir tatilde muhabbetin ne olmasını beklersiniz? Manikür, kim kiminle nerede, yemek , ne bileyim erkekler falan. Ama biz de öyle olmadı. Biz full-time askerlik konuştuk!

Çarşı saatleri, komutanlar, "yazıcı olsak mı, olmasak mı" ikilemleri, "yok olm, bilsen de bilmiyorum diyecen" geyikleri... Neden, çünkü benim dışımda kalan 3 kızın sevgileri henüz 1 haftalık askerlerdi. Ve ben de daha önce bir kısa dönem askerlik bitirmişim (Hayır, erkek değilim. Ve hayır, erkeklerin kızları da alsınlar askere bedduası henüz tutmadı. Jargona uygun şekilde asker yolu bekledim demek istiyorum). Kızlar habire bana soru soruyorlar.

- Ne zaman çarşıya çıkar?
- Ne zaman dağıtım olur? Dağıtım neye göre?
- Arayabilir mi ordan?
- Kaç kişi kalıyorlardır?

Ben ukalalık üstüne ukalık yapıyorum ama bir yandan da "Canım belli olmaz, gittiği yer değil komutanı önemli, her yerde farklıdır bunlar" diyorum çünkü bizim eniştelerden biri Hakkari'de, kızın aklı çıkıyor.

Kendimi "Türk Silahlı Kuvvetleri, Asker yolu bekleyenlerin moral eğitim merkezi" gibi hissetsem de, o seyahat son derece keyifli geçti, tadı damağımızda kaldı. (Ama benim rahatlığıma, umursamazlığıma kızların nazarı değdi, bir sonraki celp döneminde ben bi kısa dönem daha yaptım, geldim)

Hafta sonu biz yine Ereğlideyiz.Bu sefer yeni durumumuzun tadını çıkaracağız.*

Çarşamba, Temmuz 20, 2005

"Burnun Eğri"

Gece çalışan gece(alt tag bulmusken vereyim, usability expertler kızabilir)Çok geç değil saat. Ama sabah 7'de başladım mesaiye, yoruldum. Yalnızım şirkette, gönlümce bağırıyor Şebnem Ferah. Söndürdüm tüm ışıkları, sadece küçük masam lambam açık. Ankaranın ışıklarını görüyorum. Aşağı yukarı şöyle bir durumdayım, ama masam daha derli toplu, bir de müşterilerimin hepsi evlerinde keyiflerindeler, o yüzden kulağımda telefon yok. Yalnızım, yapayalnızım.

Yine başladı baş ağrım. Bütün gün rahat bırakmadı ki zaten. Baş ağrım ile Şebnem Ferah çığlıkları arasındaki korelasyon aklıma geliyor. Ama ilgisi yok, benim sadece burnum eğri!

Geçen sene bir zamanlar... Bir ağrı yapıştı başıma kaldı. Internet kazan ben kepçe, ağrının olası sebeplerine bakıyorum. Ve sonunda yine teşhisimi kendim koydum: gerilim tipi baş ağrısı (yani "stresstendir canım, bi ilaç al geçer"). Ben koydum teşhisi ama ağrı geçmek bilmiyor ki. Eyvah dedim, yanlış teşhis. Zaten pimpirikliyim. "Yoook yoook, var birşey beynimde" diyorum. Saçlarımı boyatma zamanım gelmiş, ama şimdi beynimde bir şey olur da kestirmek zorunda kalırsam daha çok üzülürüm diye boyatmıyorum.

Neyse, sonuçta tuttum doktorun yolunu. Ben anlattım ağrımı, o muayene etti beni. Teşhisimi doğruladı ama emin olmak için beyin bişeysi istedi. Başka bir sıkıntı olmasın diye. Ama sanki kadın bunu dememiş, "2 güne kalmaz ölürsün, kesin beyin tümörü var" demiş gibi endişeliyim.

Valla bu resmin amacı hadi burnuma güzel de değilÇekildi filmim nihayet, doktorum baktı, baktı. "Evet, bir sıkıntı yok, gerilimden oluyor, ha bir de burnun eğri." Ben bu şokla, soramadım doktor hanıma, bunun başımın ağrısına etkisi var mıdır diye.

O sırada tek aklıma gelen ise: "Haydaaa, en beğenilen yerimiz olan burnumuza doktor raporu ile eğri de dendi ya! Eh,bari gidip saçımı boyatayım. "

Salı, Temmuz 19, 2005

Bir de sen vur

Aslında şarkının adı Delgeç. "Delgeç gibi deleceksin sen de ruhumu" diye bağırıyor Şebnem Ferah. Ama şarkının içinde n defa "Gel bir de sen vur" sözü geçiyor... Asıl burası beni vuruyor. Ruhumun delgeçle delinmiş gibi değilde, daha çok zımba ile birine tutturulmuş gibi olmasından belki de.

(İç ses: Satışçı ruhum kabardı, çok kırtasiye malzemeli bir yazı oldu, bi kırtasiyeye reklam alanı mı satsam).

Pazartesi, Temmuz 18, 2005

Sakatlık bende

Yine bir Pazartesi, rejime başladım… İspanyolca derslerimi ihmal ediyorum...proje hazırlamam lazım, ama bir yandan Şebnem Ferah dinliyorum, kadın o kadar güzel çığlık atıyor ki ben cümle kuramıyorum… dün doğum günümdü, kimler aradı, aramayanlara trip mi atsam? sahi ben niye yalnızdım dün akşam… ne zaman bitecek içimdeki boşluk… akşam ne yapsam ki… tatile de çıkamıyoruz anasını satayım… sahi neden beni bırakıp gitti o… Arabanın bakımı da geldi galiba, neyse ya, bu ay vergisini ödeyeceğiz, gelecek aya kalsin o… ama tatile giderim belki gelecek ay, orda "o"nu unuturum belki… Burası çok "o" kokuyor… Parfümüm de azaldı, her sıkışı 1 milyon meretin... dişlerimi ne zaman yaptırsam ki… estetikli mi olacağız yoksa dişleri yaptırınca… sever miydi beni, güzel olsaydım... yok yok rejime başlayayim ben, zaten Pazartesi bugün.

sıkıldım be,
düşün düşün bitmiyor bu hesaplaşmalar
beni ya meyhaneler paklar
yada yeni asklar *

Pazar, Temmuz 17, 2005

Doğumgünü

Cumartesi, Temmuz 16, 2005

Dinlenesi

bu kalabalığın içinde yapayalnız hissetmektense
dünyanın bir ucunda tek başımayım

kir göstermeyen renkleriniz sizin olsun
korkmaktansa bulanıklığın tam içinde bir başımayım

benim belki de gizli bir bildiğim var
elbette ağlarım benim can kırıklarım var
senin gördüğün yanağımdan süzülenler
asıl içimde, içinde yüzdüğüm bir deniz var


"sebnem ferah-can kırıkları"

Perşembe, Temmuz 14, 2005

Español

Geçen gün şarkı sözlerinin can acıttığını söyleyerek kulaklığı çekivermiştim. Oysa şarkılara boşuna çamur atmışım. Meğer bu aralar herşey beni takip ediyormuş, herşey acıtmak için bekliyormuş.

Efenim malumunuz bir süre önce erkek arkadaşımızdan ayrıldık.
Entrasan bir biçimde, mühendislik, idari bilimler, fen-edebiyattan falan mezun olanlar psikolojik danışmanlık verilebiliyor ya, benim de civarda da bi dolu bi dolu psikolog arkadaşım var. Hepsi aynı tavsiyede bulundu.


Bir uğraş bul kendine.


Önce direndim, malum yeni uğraş YeniyusCesaretisYokusFobia'ma pek uymuyor. Sonra tamam dedim. İspanyolca öğreneyim web üzerinden. Hem birşey öğrenirken onu düşünmem, hem de yalnız olacağım için fobik bir durum oluşmaz. Hemen register oldum derse. Nasıl hevesliyim.

Amaç çok açık: "Taner"in aklımıza az gelmesini sağlamak.İlk haftanın konusu "to have". Bu fiilin İspanyolcadaki karşılığı: "Tener"

Edit: Psikolog arkadaşlarım, valla çok minnettarım hepinize, blog komik olsun diye kasıyorum, o yüzden dalga geçiyorum, yoksa siz ve tavsiyeleriniz her eve lazım.

Çarşamba, Temmuz 13, 2005

YeniyusCesaretusYokusFobia

Bu benim tabirim, yeni koydum bu fobinin ismini. Nedir bu fobinin halk dilindeki karşılığı: yeni bir şeyi toplum içinde “Aman rezil olurum” kaygısı ile deneyememek, beceremeyeceğini düşünmek kaygısı ile denemekten kaçınmak, kısaca kendine güvensizlik.

Hayır, belki doğuştan yeteneklisin, belki bu dünyaya gelmiş o yeteneğe sahip tek kişisin. Ama bilmiyorsun, çünkü deneyemiyorsun. Tüm Dünya mahrum kalıyor senden. Misal, ben hiç spor yapmam. Neden? Çünkü yapıp yapamayacağımı bilmiyorum, yapamazsam rezil olurum endişesi ile yapmıyorum. Belki ben Okçuluk da dünya şampiyonu olacağım.

Hadi bunları geçtim, hayatımda yapmadığım n tane şeyi, daha denemeden “Sevmem ben onu yapmayı” dememe ne demeli? (kalmadı gizli saklı bir şey, rezil oldum reziiiil)


Örneklerle açıklayayım;

Arkadaşlarla bowling oynamaya gidersin. Karşıda 10 tane pin, elinde bir top. Ne düşünürsün bu durumda, yuvarla topu, bakalım kaç tane deviriyorsun. Klasik bir YeniyusCesaretusYokusFobia vakasının (benim) aklından geçenler ise;

  • Yandakiler bana bakıyor mu acaba?
  • Ya kanala gider de hiç deviremezsem, bi bahane bulayım, himmm, top elimden kaymış olsun
  • Keşke atmaya gelmeden önce söylenseydim, bu top bana ağır diye, şimdi atamazsam bahanem olurdu
  • Sonuncuyum, sonuncuyuuuum :(
  • Atışını yap, ve önemsemiyormuş gibi davran, hadi kızım yapabilirsin.

Çok ciddi problem di mi, ya sarsılırsa sürekli çizmeye çalıştığım güçlü becerikli kadın imajı. Ulan oyun bu oyuuuun. Ama nato kafa nato mermer.

Ben ilk okulda da böyleydim ama. Yağ satarım bal satarım oynanırken millet oyunun tekerlemesini söylerken, ben içimden babaannemin öğrettiği duayı ederdim, aman ebe beni seçmesin diye. İlkokul arkadaşlarının gözü önünde ebeyi yakalayamamak çok büyük bir sarsıntıdır çünkü. Hayır nerden biliyorsun yakalayamayacağını, belki ebenin “ilkokul aşkısın” sana bilerek yakalanacak, ya da belki sen o civarın Süreyya Ayhan’ısın. Koştun mu daha önce? Yok.

Bu yazının anafikri, beceriksiz, kendine güvensizim ama kendimle dalga geçebiliyorum. Güvensizliklerimle barışığım! Bir diğer anafikir ise;

Nerem güzel?

Biz hatun milleti zaman zaman şımarırız. Hele de o sırada kendimizi güzel hissediyorsak. Hele de yanımızdaki adam ruhumuzu okşamayı beceremiyorsa... Bu durumda biz zorla okşatırız ruhumuzu:


- Aşkıaam, sence benim nerem en güzeeeel?

Benim de şımardığım zamanlardan biri. Adama aynı bu tonlama ile sordum. Gözün, burnun, ne bileyim dudakların falan gibi bir cevap bekliyorum. Klasiklerden. Çocukcağız bana baktıııı, baktıııı, gözüne askılı bodyden çıkan omuzlarım takıldı, süper bir fikirmiş gibi bağırdı:

-Omuzların!


E ben bana güzel bir yerimi bulup da söyleyemeyen adama o gece full kapris yapmazmıyım? Yaptım ama akıllanmadım, bir asır daha kendisi ile çıkmaya devam ettim.

Bugünkü dersimizden çıkarılacak sonuçlar;

- Hatun milleti, erinize şımarmayın, yemiyorlar.
- Hatun milleti, ruhunuzu okşamıyorsa okşatmaya çalışmayın, yoksa ayı milleti gibi acıtırak okşuyorlar.

- Erkek milleti; gönül kimi severse güzel odur. Öyle mal mal bakıp güzel yerini bulamıyorsanız fazla kasmayın, tez vakitte ayrılın.

Ay İlhan Uçkan oldum, şerefsizim :)

Salı, Temmuz 12, 2005

Müzik yok...

Son derece standart bir insan oldum ben, gece gördüğüm rüyaya kadar herşey aynı monotonluk da gidiyor. Keyifli ve keyifsiz olacağım zamanlar bile bir çizelgeye bağlı sanki. Tek günler keyifli, çift günler keyifsiz. -Ve bugün çift sayılı bir gün :(

Hayatımda düzensiz olan tek şey şarkılar. Bir anda karşıma çıkıyorlar, canımı acıtıyorlar/sıkıyorlar. (Şu acıtıyorları oradan atıp sadece canımı sıkıyorlar diyebileceğim günleri bekliyorum) Sabah şakacı bir radyo "Part-time lover" çaldı mesela, ben hadi lan ordan dedim, kanal değiştirdim "Gül Güzeli" çıktı karşıma.

Murathan Mungan, babasının ölümü sürecinde "Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım" şarkısının kendisini takip ettiğini iddia eder, cinlere bağlar bunu. Psikoloji ile ilgili olanlar "algı" diyeceklerdir mutlaka. Neden, ne bilmiyorum ama yine her şarkının bir şeyler anlattığı dönemdeyim. Müzik dinlemenin sakıncalı olduğu dönemler... En güzeli çekivermek kulaklığı kulağından...

Çektim...

Artık müzik yok, o yok...

Pazartesi, Temmuz 11, 2005

Havuz Sefası

Son iki haftadır Pazar günleri havuzda, Pazartesi günü kıpkırmızı ve acılar içinde işimin başında oluyorum. Cumartesi günü o kadar keyifli geliyor ki, ertesi gün havuz planı yapmak.


- Sabah erken gidelim, sabah kahvemizi havuz başında içeriz.
- Tavla oynarız ama bu sefer veririm eline
- Güneş kremini getirmeyi unutma.
- Ay pareo yok benim, alalım mı bugün?

Sonra Pazar sabahı oluyor. Başlayor bir stres. Yahu al bir fil, üzerine mayo giydir, sal ortama. Olur mu hiç? “Amaaan bana ne, tanıyan eden yok nasılsa” diye düşüncelere “Aman orda tanışıveririz ayol, yabancı mı var” diyebilen sürekli işin gırgırında ve benden 10 beden zayıf bir arkadaş.

Mayonun üzerine tesettür kıyafeti giyebilecek potansiyelim var aslında (ki Didimde bunu yapıyorum genelde; iskelede çıkarıyorum şortu, t-shirti. O sırada kaç bikinili kız solluyorum, haddi hesabı yok) ama havuzda nedense rahatım. Çekiyorum mayomu havuz başına gidiyoruz.

Dünyanın en klas erkeği ile en gereksiz erkeğini ilk bakışta ayıramayacağınız iki kıyafet vardır, takım elbise ve deniz kıyafeti. İkisi de kişiselleştirmeden son derece uzak giyim tarzları olduğu için aldanma ihtimali pek kuvvetlidir.

O yüzden havuzun kenarına dizilmiş 10 erkeği görünce sevinsek mi üzülsek mi karar veremiyoruz. Dırdır potansiyeli yüksek cadı kızlar olduğumuz için “cık cık hani buraya damsız almıyorlardı” diye söylenirken sağı sola alıcı gözü ile bakmayı ihmal etmiyoruz. Sonundakarar veriyoruz: hafif alamancı, bol acılı, sapına kadar erkek bir grup var ve bu grup havuzun kenarlarından birini kapatmış. İki ihtimal var, ya aralarına oturacaksın, ya karşılarına.

Amele bir erkek gördüğünde kesilmekten son derece rahatsız olan ama piyasa bir mekanda göz süzmeyi ihmal etmeyen her onurlu Türk kızı gibi karşılarına oturmayı tercih ediyoruz. Ve yalnız gelen 10 kız daha bizim gibi düşünüyor. Sonuçta oluyor muyuz, dansa davet oynar gibi karşılıklı dizilmiş kızlar ve erkekler grubu.

Müzik desen bangır bangır ama DJ bi enterasan, Pamela üzerine Cake, onun üzerine Ahmet Kaya çalabiliyor. Öğleden sonra canlı müzik varmış diyorlar. Oh ne güzel. Türkçe pop falan çalarlar, ama olsun. Havuzdayken canlı müzik ekibi geliyor. Ellerinde sazlarla. Sibelle bakıyoruz birbirimize…

Ve saz heyetini gördüğümüz an karar veriyoruz, alıştığımız yerde, alıştığımız kokoşlukla, alıştığımız bakışmalar/bakışmamalar ile günü bitirmeye, Bilkent Starbucks’da Caramel Frappucino eşliğinde.

Perşembe, Temmuz 07, 2005

Alıntı...

Radyolar arasında dolaşıyordum bir iki gün önce. Bir zamanlar o radyoda çalışmış Tuncanın hatırasına arabanın radyosuna kaydettiğimden, pek hoş sesli bir kadın çıktı karşıma Radyo X'de. Duyduğum ilk cümle "Ceset Kokan Kadınlar" oldu. Ne diyor diye durdum, bir sonraki kanala geçmeden.
Meğer bir kitap adıymış. Zeki Kayahan Coşkun'un. Bizim hoş sesli abla bir hikayesini okudu kitaptan. Vurgusu, tonlaması, ses tonu tam yerinde...Kadın okumayı bitirine kadar ben gözlerimde yaşlar, arabanın bagajında öcü bir kek kalıbı, aklımda tüm market alışverişleri, fırçamın yerine konacak fırçalar, varacağım yere geldim. Aklımda bin tane düşünce...

Okunmalı bu hikaye...


“Madem ki bir aşkın var…
Tadını çıkar… Aşkta geleceği düşünürsen , aşkı bombok edersin” demişti Aziz Nesin... Doğru, zaten üstad ne zaman yanılmıştı ki?
Daha fazla tutmalıymışım elini meğer... Kaprise... Öfkeye... "Ben de sana şöyle tavır alayım da gör gününü" rövanşlarına...

(...)

Hatırlasana asla yapmam dediklerini hep O'nunla yaptın.. Hem de o an "ne işim var benim burada" diyordun içten içe... Pazara gittin, tezgah tezgah dolaştınız... Hiç aklına kanepe için örtü bakacağın gelir miydi? Gelmezdi...

Orda adi bir kolye almıştın kendine... Pazarcı kişi oldu dediydi de, o çıkışmıştı: Neresi oldu, boğulacak yaaa???
Hem o kolye "pas tuttu" nerdeyse, neden inatla çıkarmıyorsun?
Haaa, anladım... Hatırası var...Peki..

Büyükçe bir markete ev alışverişine gitmişliğiniz bile mevcut... Neredeyse uyuyacaktın orda di mi? "Bitse de gitsek... Bitse de gitsek" diye az geçirmedin içinden? Oysa şu an bal gibi o an aldıklarınızı tek tek hatırlıyorsun... Hadi bunları bari yazdırma bana... Ama bir şey diyeyim mi? Senin için aldığınız jöle, hala bitmedi, bundan emin ol... Aptalca ama, o jöleyi bile düşünmek bile üzüyor seni di mi? Hatta şu an dokunsam ağlayacaksın?

Pijamana ne oldu, bak onu bilmiyorum ama... Sana ait diş fırçası artık yerinde değil. Belki bir başka "mavi saplı" fırça gelmiştir, kim bilir?

(...)

Üzüldüm bak şimdi... Güzel de yemek yapardı... Yedin mi öyle pilav? Yedin mi öyle tavuk daha önce? Yemedin... Pilavın sırrını da söylemişti sana. Hani bolenez soslu makarna yapacaktın o'na? Keşke yapabilsen di mi?

haaa bak az daha unutuyordum... O gün pazara gittiğinizde... Hava çok sıcaktı da üstündeki lacivert hırkayı çıkarmıştı... Ve o hırkayı arabada unutmuştu... Bir süre arka koltukta durdu o hırka... Sonra alıp bagaja koydun... Tamam "O" kokuyor ama ganimetçilik de bir yere kadar, vermelisin o hırkayı. Bir de anlamadığım şu: Arabanın bagajında öcü yok ki, ürkme ürkme aç rahatça... En azından ben hırkadan bozma öcü görmedim hiç, sen rahat ol!!!

İşte aşkın tadı böyle çıkarılmalıydı...
Geleceği düşünmeden... Plansız... Yarınsız...
Sadece yapabileceğini o an için fazlası ile yaparak...
Hangi aşk iteklenebilirdi ki yıllar sonrasına...
Aziz Nesin tam da bunu diyordu...
Neye yarar ki şimdi bunları söylemek...
Hayal meyal hatırlanan O ve sen...

(...)

Çarşamba, Temmuz 06, 2005

Amasra Işıkaltın Otel

Bizi üzen, zor durumda bırakan, kızdıran, saygısız bir otelin, Amasra Işıkaltın Otelin hikayesidir bu. Amanın sakın ha gitmeyin, sizi de üzerler belki diye yazılmış. Maduriyetin tam anlaşılması için detaylıca yazılmış. Ama ana fikir basit, tavsiye etmiyoruz, aman diyoruz...

Hikayemiz ise şudur:

Eski sevgilinin askerden döneceği zamanlar… Askerliğinin bitmesine daha 1 ay var ama, ben o dönünce yapacağımız tatil en güzeli olsun istiyorum, elimde harita, önümde internet, planlıyorum tatili. Güzel bir batı Karadeniz turu

Amasra’da da kalacağız 2 gece. Internetten bakıyorum en güzeli, en iyisi Amasra Işıkaltın Otel. Arıyorum hemen rezervasyon için, telefona çıkan kişi “Mayıs defteri henüz açılmadı, rezervasyon yapamıyorum ama not alabilirim” diyor. O kadar erken aramışım yani. Tamam diyorum, siz not alın. Bir yerden de sağlam tüyo almışım, detaylı tarif veriyorum “ en üst kat, arka cephe, en soldaki 4. ve 3. odayı ayırır mısınız?” . Not alıyorlar…

Ben 2-3 günde bir Işıkaltın Oteli arıyorum, “Açıldı mı Mayıs defteri, tamam mı bizim rezervasyon?” Siz merak etmeyin diyorlar. Ve nihayet açılıyor Mayıs ayının rezervasyon defteri. Ben yineliyorum özellikle hangi odaları istediğimi. Tamam diyorlar, ben teklif ediyorum bu sefer, her şey garanti olsun diye, “Aman diyeyim ortada bırakmayın beni, isterseniz kaparo yollayayım” Hiç, ikiletmiyorlar, kaparo da değil üstelik, bir gecelik ücreti peşin alıyorlar.

Karadenize gitmemize 2-3 gün kalmış, ben tekrar arıyorum oteli. “Parayı aldınız, odamız tamam, sorun yok değil mi?” Bayan “her şey tamam” diyor. Artık aşmışız odaların durumunu, yatakları bile teyit ettiriyor bayan. “Yalnız istediğiniz odada yataklar iki tane tek” Ben diyorum “ne önemi var, yeter ki o istediğim odalar olsun.”

Upuzun bir yolculuktan sonra varıyoruz Amasraya. Otele giriyoruz. Telefonda benim konuştuğum bayan, resepsiyonda. Anahtarları uzatıyor bize, 103-104 nolu odalar. Yanımızdaki arkadaş hemen uyanıyor, “Biz en üst kat istemiştik, sorun ne?” Bayan son derece emin kendinden “Ben başka oda verdim size”. Hadi ya, neden? “Grup geldi, oraya verdim onları.”

    1. Cep telefonum var,arayıp bana sordun mu?
    2. En az 3 kere telefonda özellikle oraları istediğim zaman veremem dedin mi?
    3. Ben otele geldiğimde bana bunun açıklamasını ben sormadan yaptın mı?
    4. Parasını aldığın bir hizmeti yerine getirebildin mi?
    5. Tur operatörünü üzmemek için bana saygısızlık yaptın mı?
    6. 6 saatlik yorucu bir yolculuktan sonra bana yeni otel arattırdın mı?
    7. Bir defa olsun özür diledin mi?

Bunların hiç biri olmadı, Amasra Işıkaltın Otelde. 19 Mayıs tatiliydi, müşteri bulacaklarını biliyorlardı, Amasradaki tüm oteller doluydu. Bu da müşteriye, ya da söz verdiği birine saygısızlık yapmayı haklı gösteriyordu onların gözünde. Biz de, son derece misafirperver davranan ama oda standartları olarak planladığımızın çok altında bir yerde kalmak zorunda kaldık.

...

Bu aralar yeni bir şeyler yazmak istemiyor canım. ve kuvvetli şekilde bişeylerle oyalanmaya ihtiyacım var. O nedenle sayfanın görünüşünü değiştirdim, şimdi kişiselleştirmeye çalışıyorum. Web teknolojilerinde kör cahil olan ben için epey uğraştırıcı oluyor... Blog şekilden şekile girebilir bu aralar, deneme yanılma en sevdiğimiz yöntem, ama insan ne yaptığını bilmeyince geri alması da zor oluyor. (Şu aralar ki psikolojim buradan insan hayatlarına, hatalarına falan geçiş yapabilecek potansiyeli sağlıyor aslında bana, ama neyse...)

Neyse özetle, bu aralar kendi hayatım gibi dağılmış bir sayfa ile karşılaşabilirsiniz diyecektim sadece. (Bak işte yine dayanamadım, uyduruk sayfadan hayata geçiş yaptım, ulen bu psikoloji öldürcek beni)

Cuma, Temmuz 01, 2005

Canım Seninle Olmak İstiyor

kucağında sevgili daha 2 hafta önce canlı canlı dinlemişsen bu şarkıyı, kulağına söylemişsen eski günleri hatırlayarak, ve o sevgili ile iki hafta sonra gayet mantıklı sebeplerle ayrılmışsanız, ayrılıp da sudan çıkmış balığa dönmüşsen, alışmaya çalışırken bazen güçsüz hissediyorsan, ağzından dökülüyorsa canının onunla olmak istediği, sonra vazgeçiyorsan mantığına, iradene, kuvvetine güvenerek, dinleme bu şarkıyı, çok can yakıyor...

biliyorsan gel dememen gerektiğini ve biliyorsan o gel derse sana gitmemen gerektiğini, dinleme bu şarkıyı, çok zor oluyor...
Canım Seninle Olmak İstiyor - Zuhal Olcay

Nasıl oldu anlayamadım
Tanıştık
Birdenbire
Nedenini sorma boşyere
Seni kucaklamak geldi
içimden
Kendimi tutamadım işte geldim yanına

Anladım sendin aradığım
hayatım boyunca
Kim koşup açmaz hemen aşk kapıyı çalınca
Yalnız yaşamak
zor beklemek ondan da zor
Çektiklerim artık yeter gel benimle ol
Mantık
irade kuvvet
Sevince pek işlemiyor
Canım seninle olmak istiyor

İnanmazdım sevgiye
Gülerdim ben herkese
Derdim; insan kısmetini
kendi bulur isterse
Oysa sözler ne kadar boş insan sevince
Kalbim sanki
deli gibi seni görünce

Mantık irade kuvvet
Sevince pek işlemiyor
Canım seninle olmak istiyor


eXTReMe Tracker