<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d9035958\x26blogName\x3dGece\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://sebnem.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://sebnem.blogspot.com/\x26vt\x3d49898149766296179', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script> Gece Logo Ana Sayfa Profil

Cuma, Ocak 27, 2006

Hadi yüreğim ha gayret

hadi yüreğim ha gayret
hele sıkı dur hele sabret
başını eğme dik tut
bu bir rüyaydı farzet

Ne zaman sıkılsa canım, dilime takılıyor bu şarkı. Ekim ayı içinde de yazmışım. Yine dolandı dilime.

Üstüste gelse de herşey, bunalsam da, her gün titrese de dizlerim, ellerim, tansiyon problemim başlasa da yeniden, balon olup şişsem de, balon olup patlasam da...

Bu bir rüya, başım dik...

Perşembe, Ocak 26, 2006

Takıntı

Bundan bir süre önce aylarca bir iş ile uğraştım, portal projesi.
Müşteri büyük bir üniversite hastanesi. Oradaki hocalar, danışmanlar soğuk soğuk terler döktürüyorlar bana.

İşi götürüyorum, müşteriye sunacağım. Daha sayfayı açar açmaz adam diyor ki, "bu tasarımın sağ tarafındaki boşluk ile sol tarafındaki boşluk aynı değil". Bakıyorum, evet 3 piksel ! Sonra diyor ki, “şu imaj metne daha yakın ama diğer sayfadaki daha uzak”. İddialaşıyoruz, 2 piksel ile o kazanıyor. Ter basıyor.

Dönüyorum şirkete, yok screen ruler yok eye dropper bir dolu şey yüklüyorum bilgisayarıma, sayfa sayfa hata buluyorum. Bana da öyle uzak konular ki! İşletmeciyim ben, hayatımda photoshop görmüşlüğüm yok –hala yok gerçi- hayatımda renk kodu duymamışım- kesin bi adı vardır bunun, hala bilmiyorum- , pikseli örgü modeli sanıyorum.

Çalışıyor didiniyor, hataları buluyor. Tasarımcı ve Houston efendi ile tasarımı adam ettiğimi düşünüyorum, ertesi hafta yine gidiyorum müşterinin yanına.

Eminim, rahatım. Tasarımcım da yanımda. Demo sayfasını açıyorum, bir gururla... Haydaaa bu sefer, başlıkların bir kısmı büyük bir kısmı küçük diye takıyorlar. Diyorum ki, “hocam, bakın bu demo. Zaten bu içeriği siz gireceksiniz, biz öylesine yazdık”.

Gözleri ile 3 pikseli ayırt eden hoca “Şebnem Hanım” diyor, “demoya gelirken öylesine yazılmaz hiç birşey, ben buraya bakınca sizin işinize gösterdiğiniz önemi görüyorum”. Haklı adam.

Ve günden sonra yavaş yavaş yeni takıntım belli oluyor, artık Internette bi arkama yaslanıp surf yapamıyorum ben. Ya Türkçe karakter kullanımına takıyorum, ya dil tutarsızlığına, ya küçük/büyük harfe.

Ortalama 12 saat geçiriyorum hergün Internette. Günde 10 saat zaten işyerinde kablonun ucundayım. Eve gider gitmez de açıyorum bilgisayarımı. (her siteye işten girilmiyor değil mi, bunun logu var, sistem yöneticisi var) Kimi zaman yazmam gereken dosyalar tüm gün boyunca sanki wall papermışcasına arkada açık duruyorlar. Ben ordan oraya sürtüyorum Internette. Kimi zaman iş için gerekli sitelerde dolaşıyorum. Yerli yabancı. Hele de o sıralar portal projesi, web işi ile uğraşıyorsam sürekli hata arıyor gözlerim.

Az önce Uluslararası bir siteye girdim. Avrupa Birliği Komisyonu tarafından yürütülen bir site. Bir link; bişey bişey “on line” yazıyor. Tıklıyorum, yeni pencere açılıyor, az önceki linkte yazanın içeriği. O da ne başlık “on-line”. Hadi uluslararası bir tutarlılık yok herkes kafasına göre yazıyor, ama birbirine linklediğin iki sayfada online’ın nasıl yazılacağına karar verilebilir, değil mi? "Sadece özensizlik."

Geçen gün Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünün sitesinde headere gözüm takıldı. “HACETTEPE UNIVERSITESI”. Hadi yazı olsa anlayacağım bir yere kadar –onu da çok anlayamam ya- ama yazı aslında imaj. Biri hazırlamış photoshop’ta. Kullandığı fontta Türkçe karakter yokmuş, öylece bırakmış. Üniversite burası, cidden anlamıyorum.

Ya da bir tasarım gönderiyor arkadaşlar nasıl olmuş tasarım diye. Benden “o an için gereksiz” yorumlar alıyorlar, “başlıkların bir kısmında title case kullanmışsın, bir kısmı sentence case” diyorum “alo tasarımdan bahsediyorduk" diyorlar, "ha o mu, o çok güzel" (Temha iyi bilir bu huyumu).

İş bitmeden bitmiş gibi yorum yapan müşterilere benzetiyorum kendimi, kendi kendime sinir oluyorum.

Taktım bu aralar işte.

Cuma, Ocak 20, 2006

kendini satmak

2001 senesi mezun olmuşum ama iş nerde? Kriz sonrası... Herkes kamu kurumlarının sınavına çalışıyor, e haliyle ben de. Ama istemiyorum artık hukuk, muhasebe vs çalışmak. İşe gitmek istiyorum artık. Yetenekliyim bence, beceririm işi, çalışmayı severim diye düşünüyorum.

Ve beklenmedik bir zamanda bir yerden teklif alıyorum tanıdık vasıtası ile. "İlk aylar asgari ücret, sonrasına bakarız". Aman diyorum ne önemi var, çalışırım ben. Çalışıyorum da. Hem de çok severek, çok isteyerek. 3 ay sonra kadrodayım, başladığımın 3 katı ücretle. Sonra vadem doluyor o şirkette.

Başka bir yerle iş görüşmesi. Ben bol bol ukalalık yapıyorum, güvenim tam kendime ve çalışmayı çok seviyorum. Sabah 6'da kalkmak da koymuyor bana, 2 günde bir İstanbula gitmek de. Önemli olan üretmek benim için. Tatmin... Başarmak...Takdir görmek...

Ve o dönemde ücret önemli değil, bunları sağlamak daha önemli. Çok havalıyım sormayın. Oooo hem de tam kokoşluğuma uygun bir iş, takımla falan gidiyorum işe. Bilkentte bir plaza insanı oluyorum ben. Genç, başarılı sanıyorum kendimi.

Bilkentte plaza insanı olmak önce ekonomik olarak sarsıyor beni. Ama öyle anlamıştım ben okulda. İşletmeci olacaktık biz. Şıkır şıkır giyinecek, lüks cafelerde somonlu fettucini yiyecek, başarılı olacak, iş bağlayacaktık biz. Öyle hayal ettik.

Hayaller bir yere kadar tutuyor, ama bir yer eksik kalmış. Yönetici figürü! Karabasan gibi bir adam giriyor hayatıma. Ayaklarım geri geri gitmeye başlıyor önce. Sonra mesai saatlerim kısalıyor sabah 6 aksam 8 çalışırdım ben zevkle. sabah 9 akşam 6'ya çekiyorum saatleri. Sonra mesai saatlerinde verimlilik bitiyor. Adam içimde ne varsa alıp götürüyor. Başarılı hissetmiyorum artık. 25 YTL'lik fişler için hesap veriyorum. Milletin önünde fırça yiyorum. Takdir yok, ilgi yok, sahiplenme yok. Yavaş yavaş bitiyor içimde herşey.

Sadece gidip gelmeye başlıyorum işe. Yıpranmamaya çalışıyorum, yıpranıyorum.

Beceremiyorum, bunalıyorum, gitmek istiyorum, çok borcum var, çalışıyorum.

Sanırım ben hergün kendimi satıyorum.

Salı, Ocak 17, 2006

Georgie Henley

Kaç yaşımdaydım hatırlamıyorum, 5, belki de 6. Didim'deyiz. Annemlerle yürüyoruz bir akşam Altınkumda. Karşıdan bebek arabalı bir çift geliyor. Hemen bebeğin yanına koşuyorum annemin elinden kurtularak. Yanağına dokunuyorum, sıcacık. O vakte kadar beni nasıl sevdilerse öyle seviyorum o bebeciği: Agucuk, gugucuk. Annesine kaldırıyorum gözlerimi, gözlerimi aça aça soruyorum, kız mı erkek mi? Erkek. Biliyordum. Aramızdaki 1 metre yükseklik farkını eğilerek sıfırlıyor kadın. Benim bebeği sevdiğim gibi beni seviyor. "Sen kendin bebeksin daha, bebek mi seviyorsun, canıııım"

Anne olmayı bir asırdır istiyorum, o bebeğin de annesi olmak istemiştim, ondan sonra gördüğüm her bebeğin de. Hep erkekti ama benim bebeğim. Küçücük oğlanların hayalini kurmuştum ben hep. Dün gece ilk defa bir kız girdi rüyama. İlk defa bir kız çocuğunu (üstelik de sadece perdede görüp) bu kadar içime saklamak, bu kadar sahiplenmek, bu kadar korumak istedim.

Georgia HenleySöz konusu kız Georgie Henley. Narnia Günlükleri'nde Lucy'i oynayan bir ufak sıpa. 95 doğumluymuş, şaşırdım ben 6 yaşında falan sanmıştım.

Filmde süperdi. Tebrik, takdir namına ne varsa hepsini hak etmiş.

Afferim kız sana.

Çarşamba, Ocak 11, 2006

Yıldızlar

Murathan Mungan Paranın Cinleri kitabında "Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım" şarkısının hikayesini anlatır. Babasının ölümünde bu şarkı kendisinin peşini bırakmamış, nereye gitse karşına çıkmıştır. Ne zaman dilime dolanan bir şarkı sık sık karşıma çıksa o hikaye aklıma gelir.

Bu aralar benim peşimde "gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar" şarkısı var. Dolandı dilime. Aksi gibi nereye gitsem çalıyor. Kimin söylediğini bile bilmezdim, geçen gün Radyo Odtü çaldı (!) Neşe Karaböcek söylüyormuş.

Şarkının hiç bir anlamı yok benim için. İlginç bir şekilde ben gökyüzünde yalnız gezen yıldızlara içleniyorum bu şarkıda, şarkının devamında yeryüzünde yıldızlar kadar yalnız olmak hiç ilgilendirmiyor beni ama pek üzülüyorum yıldızlara. Hisleniyorum. Var bende bir tuhaflık, çözemiyorum.

Geçen gün canımcım bi arkadaşımla konuşuyorum. "Ah ulan" dedi bir albüm için, "bu albüm ben aşıkken çıkacaktı ki, bi şey anlamıyorum böyle dinleyince"

Şarkıların anlamını kaybetmesi ne demek bilir misiniz?

Keyifsiz be hayat.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

Yalnızlık Aletleri



"Daha görür görmez ağlamaya başladı. Bir bana bir elimdekine bakıp hıçkırıyor, gözlerini sımsıkı kapatıyordu.

Periler mi söyledi, ne oldu, nasıl akıl ettim bilmiyorum; jelatini gevşetip ateşböceğini gökyüzüne bıraktım. Ağlaması bıçak gibi kesildi. Bir süre gözleriyle ateş böceğini izledi, sonra bana baktı, “burnu fındık” dedim, güldü…

Eylüldü, bağbozumu zamanı… ”Düğünlerde bu kadar çok ağlanılmaz ama” dedi teyzem… “Bu Nazan’ın düğünü işte…”Burnu fındık peri padişahına gelin gitti... "
Atilla Atalay
(Yalnızlık Aletleri - Arka Kapak)


eXTReMe Tracker