<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d9035958\x26blogName\x3dGece\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://sebnem.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://sebnem.blogspot.com/\x26vt\x3d49898149766296179', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe", messageHandlersFilter: gapi.iframes.CROSS_ORIGIN_IFRAMES_FILTER, messageHandlers: { 'blogger-ping': function() {} } }); } }); </script> Gece Logo Ana Sayfa Profil

Perşembe, Eylül 29, 2005

Depresif bu yazı

Evet depresif olacak bu yazı. Kimse kusura bakmasın arkadaşlar, ne kilolarımla dalga geçeceğim, ne beceriksizliğimle. Aman komik olsun, herkes okusun yorum yapsın diye de kasamayacağım bugün. Dil cambazlığı da yapmaya çalışmayacağım. Biri bizi gözetliyor formatıma da lafı olanlar bak ekranın tepesinde kırmızı bir x işareti var, sizi de oraya alayım.

Yazarken ağlıyorum, ağlarken neden yazıyorum bilmiyorum. Belki benimle ilgilenin diyedir, belki şefkat istediğimdendir, belki... Asıl can sıkıcı olan aslında bu, ilgiyi burdan aramak. Neyse siz en azından ağladığım için ilgi gösterirsiniz bana, postun bundan sonrası başkasına...


Bilirsin sen, Bora öldüğünde ben arkadaşlarım için yaşamaya başladım. Aman kırmayayım aman her fırsatım olduğunda görüşeyim, hatta fırsatım yoksa da görüşeyim. Elimde bir fotoğraf makinesi ile dolaşmaya başladım, aman her günün resmi olsun diye. Şimdi bakıyorum, pek resmin yok bende. Senin hiç gitmeyeceğini mi düşünmüşüm ne? Yani sinirlenip adam gibi bir resmini bile yırtamıyorum. O yüzden maillerini siliyorum, silinen öğelere atıyorum, sonra geri alıyorum. 3 sefer daha okuyorum, yine sinirleniyor, yine siliyorum. Silinen ne bilmiyorum. Belki hazmetmeye çalışıyorum, milyon defa okuyunca anlamını yitiriyor mu ne? Mesela kaşık de, şimdi peşpeşe ve hızlı hızlı söyle... 10-20-30... Bak kaşık da anlamsız bir kelime oldu. Belki benim bir dolu defa o cümleyi okumam da ondandır... Sonuçta anlamsızlaşıyor herşey... herkes...

PS: O okumaz buraları, ama bir şekilde siz okumasına vesile olursanız vururum sizi kızlar.

Görülen lüzum üzerine edit: Durun hemen aklınıza gelen erkek arkadaşı üzmüş bu kızı düşüncesini silin, bu gayet bir kız arkadaşımla yaşadığım bir sorun üzerine yazılmıştı. Ben ağlarken arayan soranlara teşekkürler. Şimdi iyiyim, geldi geçti... Ama hala anlamsız bişeyler...

Salı, Eylül 27, 2005

Seyahatname

Efenim eksik olmasınlar, La Panse temamızı beğenmiş ve blogu seyr-u blog'da yer vermişler.
Bunun üzerine de Yazı Masası yorumunu eksik etmemiş ve aynen şunları yazmış:


"a mistress of self-irony, zımnî mükedder, şebhîz ü şebtâb, seher seyyahı,
müstafî gurme, -and oscar goes to- "manilerimin dilberi".

Kendilerinin kalemi pek güçlüdür de benim anadilim, ingilizcem ve farsçam o kadar güçlü değil. Yazımasasına MSN'den teşekkür ettim ama bilmiyorum ki ne demiş. Aldı mı beni bir panik.
Sarışın işletmeciyim ama analitik zekam yok değil. En azında Oscar bana geldiğine göre iyi bir şey dendiğini anladım. Aferin!

Manilerimin dilberi lafını da biliyorum, daha önce mani atışması olmuştu bir yazıda, kendisi de 42 saniye de cevap manisi yazarak hepimizin takdirini kazanmıştı. Self-irony kısmı da tamam "kendimle çok barışığım, siz geçmeseniz de olur, ben dalga geçebilirim" şeklindeki yazılarıma gönderme. E diğerleri ne o zaman?

Tamam çözerim ben diğerlerini, Internet emrime amade de ama bir yandan da Yazı Masası ile MSN'den konuşmaya devam ediyoruz. E şimdi bu kadar güzel yazan birine de MSN'den benim her zamanki cümlelerimi gönderemezsin ki: "Helllooo, naper? Olm süper yazmissin yaw"

Bir yandan kendi cümlelerimi ağzımdan (klavyemden) kaçırmamaya ve kendisi gibi düzgün bir dille cevap vermeye çalışıyorum bir yandan da acaba ne yazmış diye Internet kazan ben kepçe araştırma yapıyorum. Yanımda bu kelimeleri bilecek birileri var aslında ama benim cahilliğimdir diye kimselere soramıyorum. Oy oy oy, durum feci.

Nihayet başardım, tümünü çözdüm. Aferim!

Hani bi bilmeyen ben varımdır da askında yine de kolaylık olsun diye:

"a mistress of self-irony, zımnî mükedder, şebhîz ü şebtâb, seher seyyahı, müstafî gurme, -and oscar goes to- "manilerimin dilberi".


Olmuş mu hocam?

Pazartesi, Eylül 26, 2005

Pazartesi gelmiş, hoşgelmiş

Dün öğleden sonra rutin "eyvah yarın pazartesi, işgünü" sendromuna girdim, yazılacak sözleşmeleri falan düşünüyorum.

Diğer yandan diğer sendrom sıkıştırıyor: "eyvah yarın pazartesi, rejime başlama günü" Mecburen rejime girmeden önce son kez ne yiyebilirim diye bakınıyorum etrafa habire .

Bu modda iken tabu oynayalım dedik. Sıra bende, kelime "Rüküş".

Ben anlatıyorum. Karşımdaki ise kısa bir süredir tanıdığım, aramızdaki resmiyeti ve karşılıklı kibarlığı tam olarak kenara bırakamadığımız bir arkadaşım. Hiç beklemiyorum yani az sonra yapacağı patavatsızlığı.

"Şimdi ben kokoşum ya, başka neyim".
"Şişko?"

E ben bıraktım tabi haliyle tatlı menüsünü kenara, astım suratımı. Yanımızdaki bir diğer erkek arkadaş da "e canım ne kızıyorsun, çocuk seni rüküş görmüyormuş en azından" dedi. Erkek işte, al birini vur ötekine. Tabi o öğrenmiş senelerdir kız arkadaşından anahtar kelimeleri ezberden söylüyor:

"Canım, ben nasıl bir insanım şimdi"
"Güzel, alımlı, zarif, çekici, neşeli, eğlenceli..."
"Off, bi bilemedin be, olgun olgun"

Sonuçta, bir tabu oyunu sonucunda ve pazartesi günü olması münasebeti ile bir haftadır askıya aldığımız rejime kaldığımız yerden devam ediyoruz. Cümlemize hayırlı olsun

Cuma, Eylül 23, 2005

Başağrısı

  • Uyku düzenimin içine eden çalışma azmime,
  • Onu da görmeliyim şununla da buluşmalıyım diye kendi kendimi harap eden sosyalliğime,
  • En ufak bir sıkıntıyı başağrısı ile görünebilir kılan bünyeme,
  • Adam gibi ilaç almamı engelleyen ve beni Vermidona mahkum eden yüksek tansiyonuma,
  • 3 günde içtiğim 6 adet Vermidon'un sıfır etkisi için üreticisine,
  • Alarm sesini bu kadar kulak tırmalayıcı yaptıkları için Nokia'ya,
  • O alarmı her gece/sabah en az 4 defa çaldırmadan uyanmayan şahsıma,
başağrısı-resim nerden bilmiyorumhuzurlarınızda bu ölümcül ağrı için teessüflerimi bildiriyorum.

Bu arada, aklında olsun, başını duvarlara vurunca rahatladığını düşünüp ağrın yüzünden ağlayarak uyuma, ertesi gün ağrın katlanmış şekilde uyanıyorsun.

Perşembe, Eylül 22, 2005

Benim O Ben

Bildiğiniz sarışın işletmeciyim ben evet. Zaman zaman Bilkent konfigürasyonunda dolaşan, her şeyi bilirim ukalıkları olan, gömlek-kumaş pantalon giyip yakasına şirket kartını takan plaza insanı, öğlen starbucksa giden, elinde kahve ile işe dönen.

Ama valla çeydıl'ın sözlükte anlattığı gibi konuşmuyorum ben. Valla öyle tiki değilim. Haaa, çeydıl'ın dediği kadar güzelim o ayrı :P Olay aynı şekilde vuku buldu orası apayrı.

PS: Bir günde 2. post üstelik saat daha 7 bile değil. Canım çalışmak mı istemiyor ne?

Gece-Gündüz

Saat 5.30. Evde yeterince çalıştım zaten, neredeyse gün doğmak üzere, artık işe gidebilirim. İşin kabasını da aldım zaten, rahatım.

Apartmanın kapısından çıkar çıkmaz okunmaya başlıyor zaten ezan.

Havada şebnem kokusu, geceden kokusunu almış, çimlerin, ağaçların, arabaların üzerine inmiş gece nemi kokusu...

Birazdan ezan bitince mutlak bir sessizlik olacak. Derin nefes al, bol bol... Bütün gün Vermidon etkisi yapacak sana o nefesler.

İşte çıt sesi, ezanın bittiğini mikrofonun kapatıldığını anlatan.

Radyo ODTU, ses azıcık...

Huzur... Nihayet geldin, ben de seni bekliyordum.

Çarşamba, Eylül 21, 2005

Erkek garsonlar için turist tavlama rehberi

Yabancılara Internet üzerinden Türkçe öğrettiğimiz platformumuz satış patlaması yaşıyor. Neden? Çünkü bu enayi turist hatunlar, hayatlarının aşkını şurda 3 günde bulduklarını zannediyorlar, ülkelerine dönünce de “aman ben bu mother-in-law ile nasıl konuşacağım” diye panik olup, bir de heriflere şirinlik yapayım diye hemen Türkçe öğrenmeye kasıyorlar.

Ha, çok meraklı çünkü Elazığdaki Emine Hanım Teyzem bitanecik karayağız oğlunu sana vermeye. Zaten muhtemelen ilk kur bitmeden bizim garson kızla İngiliz turisttin aşkı bitiyor, ama noldu bu arada kız bi dil daha ekledi portfolyaya. E o zaman ne o kadar üzüntü, bak seninde yanına kar kalan şeyler var, ama yok illa 3. sayfaya “Beni Türk garson aldattı” şeklinde çıkacak, Türk turizmini baltalayacak.

Bunun da ötesinde malumunuz 9 gün boyunca Didimde iki-üç Türk turist ve binlerce İngiliz Turist ile tatil yaptım. Bu Didimin anadili zaten English olmuş, orayı kurtaracak pek bir şey yok, bari bu işlere niyeti olanları zahmetten kurtarayım dedim.

Hem bayan olmanın tecrübesi hem de 9 gün “observation mode on” dolaştığım için buyurun erkek garsonlar için turist tavlama rehberi:

  • Sezon dediğin 3 bilemedin 4 ay. Geri kalan zamanın ise aslında vücudunu geliştirmek için sana verilmiş bir hediye. Hem turist hatun kafilesi geçerken barın yukarıdaki demirlerine tutunup o anda çok spor yapasın gelmiş gibi barfiks çekerken nefes nefese de kalmazsın. Havalı olur.
  • Akşamları daha yoğun çalışıyorsun o zaman gündüzleri bol bol güneşlen. Çalıştığın barın bahçesini falan sula donla/ mayo ile. Ama üstün çıplak olsun. Her ne kadar İngiliz hatunlar marsık gibi bir şey sever teorisi henüz ispatlanmadıysa da sen çabalamaya devam et.
  • Konuş efendim konuş. Sağdaki garsona laf at, bir mekanın önünden geçerken en az 3 kişi ile “Vayyy koçum naber” minvalinde konuşmalar yap, öpüş. Kendi işletmenmiş gibi davranabileceğin mekanlara kızı götürüp oraların ağası gibi davran. “Ne getirttireyim sana” de mesela –bu İngilizce nasıl söylenir ben de bilmiyorum- sanki kızın sipariş vereceği şey menüde yazmıyormuş da kız istiyor da sen itibarını kullanıp getirttiriyormuşsun gibi bir edan olsun ama. (Biz hatun milleti, işini bilen adamları çok severiz, sanki o işini bilmek sonradan başımıza iş açmayacakmış gibi.)
  • Hiç gerek yok, öyle ağır abi moduna. Kız gelmiş zaten 1 haftalığına. Ağır ağır takılma, sen daha “introduction” bölümündeyken “Benim uçak kalkıyor Bodrum bir saat sonra” diyebilir. Boşver sana molla diye başkaları da der, sen şimdi “Atıl Kurt” modunda olmalısın.

Aferin, okudun buraya kadar. Hadi çocuğum, kalk pratik zamanı.

Salı, Eylül 20, 2005

Rejim Günleri 4

Tatilde rejim Ben bu iştahla 99 gün huzur tatili bile yapsam kilo veremem.

Pazartesi, Eylül 19, 2005

Tatil

Malumunuz tatile gitmiştik. Kimilerinin loser tatili dediği huzur tatilimize “ Gidin gidin ne işiniz varsa orda emekli, bebekli, göbekli sezonunda” nidaları ile başladık. İlk 4 günü aile modunda ve Muzaffer Kuşhan zayıflama kampı tadında geçen tatilimizin genel programı sabah 7’de kalk borusunun –guguk kuşunun- ötmesi ile başlıyordu.

Eskiden olsa, sabaha karşı eve gelirsin ama en geç 9’da “Hanım kalkmıyor mu bunlar daha, tatilde bile bir kahvaltı edemeyecek miyiz hep beraber” sesini duyarsın ilk önce. Sonra televizyonun sesi açılır, sonuna kadar, mecburen kalkarsın. Son dönemde babam teknolojinin yardımı ile cep telefonundan ev telefonunu defalarca çaldırarak uyandırırdı bizi. Oysa şimdi 7’de guguk kuşunun sesine uyanıyorsun, üstelik bir de hoşa gidiyor o ses.

Tatilin ilk günleri, “ulan eylülde aile ile tatil, sabah erkenden kalk 5.5 km yürü, sonra öğle yemeği için fasulye ayıkla, kesin yaşlanıyorum” düşüncesi geçti. Bunları yapmaktan çok, bunları yaparken zevk almak beni endişelendiriyordu aslında.

Sonra sürpriz yaptı bir arkadaşım ben geliyorum dedi. Sonra diğer bir arkadaşım daha geldi. Tatil iyice keyifli hale gelmeye başladı. Ama tabi üçümüzde yaşımızı başımızı almış olgun bayanlarız. Sabah kahvaltı hazırla, topla, bulaşık sonra deniz faslı, “ay yerleri silsek mi, leş gibi ev” muhabbeti, okey-tavla partileri falan… “Kısmet-metre” olarak okey ve tavla becerimizi kullanmamız sonucunda büyük bir aşkım olduğu sonucu çıktı. Ay bir insan bu kadar mı şanssız olur? Kızlar canıma okudular valla.

Tatil aynı moda hayata devam ederken birden karşıma ilk gençlik yıllarımı beraber, aynı çılgınlıkla geçirdiğimiz bir arkadaşım çıktı. Ben yüzsüzce “Egeeee, ben kullanacam senin scooteri” dediğim için bir daha mümkün değil inandıramadım huzur tatili yaptığıma. (Çünkü en son 18 yaşında yapmıştık bunu, ilk ehliyetimizi aldığımızda 4 scooter kiralayıp 2 tanesini aynı kazada, diğer iki tanesini de farklı kazalarda harcamıştık. Bu sefer her ne kadar dönüşleri beceremesem ve zavallı arkadaşım her seferinde arkadan müdahale etmek zorunda da kalsa, çok eğlendim, çok sevdim.) Sonuçta uslanmama akıl sır erdiremeyen bu adam bende ne rejim bıraktırdı, ne uyku düzeni.

Ama onunla görüştükten sonra anladım, meğer geldiğim yer sağlık kampı değil, bildiğimiz son 23 senedir gittiğim Didimmiş, ve ben çok özlemişim sabahlara kadar bizim evde yıldızlara baka baka yapılan alkollü sohbetleri, içerdekiler uyanmasın, komşular duymasın diye yapılan fısır fısır konuşmayı, gece serildiğimiz yerde uyumayı, dedikodu yapmayı…

Çok keyifli, çok huzurlu, çok neşeli bir tatil geçirdim. Şimdi işin yoksa bir 51 hafta daha çalış ki 1 hafta daha huzur yapabilesin.

(Web günlüğünün hakkını veriyorum valla. "Size ne benim tatilimden?" sorusu sizin olası "Bana ne senin tatilinden?" sorunuz ile eş zamanlı aklımdan geçmiyor değil, ama bugün MSN'de o kadar çok kişi "e, baktık bloga anlatmamışsın tatili" dedi ki yazayım bari dedim.)

Salı, Eylül 13, 2005

Huzur

Huzurluyum...

Cuma, Eylül 09, 2005

Invisible

Buralarda yokum bir süre. 9 gün kadar. Aradığım huzur ege bölgesinde dediler, onu aramaya gidiyorum. Gitmişken denize gireceğim, güneşleneceğim, arkadaşlarımla eğleneceğim, dinleneceğim, kitap okuyacağım vee dayanamayacağım mail ve blog kontrol edeceğim.

Ama niyetim "invisible" olmak :) Bakalım becerebilecek miyim?

Hoşçakalın.

Google Desktop

Google talk’a burun kıvıran bendim evet. Ama bu yeni google oyuncağına hayran kaldım bayıldım.

Efenim google desktoptan bahsediyoruz.

Nedir derseniz, dosyalarınızı indeksliyor, search yapıyorsunuz paşalar gibi, MS'le alay eder gibi hatta. Google'da arama yaptığınızda ilk sırada özet olarak sizin kendi bilgisayarınızda olan dosyaları söylüyor sonra webdekileri listeliyor falan*.

Bu anlattıklarımda bişey yok öyle aman aman, ama işin meraklıları bir yüklesinler bakalım buradan, anlasınlar beni.

Haaa bu arada uyarmadan geçmeyelim, paylaşılan bir bilgisayar ise, hatta sevdicek falan erişebiliyorsa dikkatli kullanıyoruz, feci casus bir şey bu.

Denemeli, oynanmalı…

Perşembe, Eylül 08, 2005

10 küçük mutluluk

10 küçük mutluluk oyunu oynanıyormuş, Wanna Run da beni sobelemiş, oyuna katmış. Buyrun benim, sansürden kurtulduğu kadarı ile 10 küçük mutluluğum

  1. Uzun süre başım ağrıdıktan sonra biri “nasıl oldu başının ağrısı” dediğinde artık ağrımadığını fark etmek
    Ağrı geçmiyor yine günlerdir, ilk aklıma gelen hep o oluyor dolayısı ile… Hani ağrı yer etmiştir de artık başının normal ağırlığının o olduğunu sanırsın. Sonra bir yoklarsın kendini. "Aaaa, ağrımıyor", aslında başının normal hali o değilmiş, meğer senin başının da normal bir ağırlığı varmış, mutlu olursun.
  2. Tartının inadının kırılması ve birkaç yüz gram vermek
    Bu sabah evde annemle babamı öpüp şarkılar söyledim mesela, 400 gr. vermişim diye. Tartının inadının kırılıp hizaya gelmesi ona yaradı, kendisi bu sabah ki uysallığından dolayı benimle tatile gitmeye hak kazandı. Valla delirmedim, sadece 9 gün tartısız kalıp bu mutluluktan olmak istemedim.
  3. Sabah huzurla uyandığımı ve onu düşünmediğimi ilk kez fark etmek
    Aslında ilk maddede yazdığım gibi bir açıklaması var bunun. “O”na başağrısı demiyorum tabii de… Anlamışsınızdır siz işte, yazdırmayın beni.
  4. Arabanın radyosunda tesadüfen Türk popunun eskilerinin çaldığı bir programa denk gelmek
    Bitmez o zaman yollar, dönüp dururum Ankara’yı. Arşivde en az 150 tane 70ler şarkısı var ama aynı keyfi vermiyor işte. Bir anda karşına çıkması güzel. Aaa, ben çok severim bu şarkıyı diyerek yüzünde gülümseme ile radyonun sesini açmak güzel. Şarkıların bile sürpriz olanları güzel.
  5. Didimde akşamüzeri güneş batarken ayaklarımı kenardaki demirlere, sırtımı banka dayayıp denizi ve batan güneşi izlemek
    Nedense hep bu sırada sivrisinekler için ilaçlama yaparlar aslında. Bi tane tor tor tor giden kamyonet, üzerinde beyaz duman sıkan motorlu başka bir alet, peşinde koşan bir dolu çocuk, onlara “aman oğlum zehirleneceksin” diye bağıran anneler ile bölünür o huzur dolu an, ama olsun, şöyle bir başını arkaya çevirir seslerin geldiği yöne bakarsın, sonra yine yüzünü denize, batan güneşe çevirirsin omuz silkerek. O kadar keyiflisindir ki, bozamazlar keyfini.
  6. Esmer, ne çok zayıf, ne çok şişman pırıl pırıl gözlü bir oğlan çocuğu görmek
    “Benim de olacak bunun gibi bir oğlum” düşüncesi anında aklımdan geçtiği için galiba, kimi zaman olmayan – ama olacak olan- oğlum için yaşadığımı düşünmek ne garip.
  7. Çok kirli bir yeri temizlemek
    Ama öyle böyle değil, bir asırdır temizlenmeyen bir yer olacak. Böyle bezi sürüp aradaki temizlik farkını görebileceğin bir yer. Ya da ince ince temizleyeceğin bir yer olacak, klavye gibi. Aradan uğraşa uğraşa, ova ova çıkardığın her toz, kir parçasını büyük bir gururla izleyip, bezi yıkarken çok büyük iş yapmış edası ile akan kiri izleyeceksin. Ay ben bir tuhafım galiba.
  8. Kayan yıldızları görmek
    Çocukça birşey aslında kayan yıldızla birlikte tutulan dileğin olacağına dair olan güçlü inanç. Ama özellikle şehirden uzakta, hatta mümkünse deniz kenarında, bol yıldızlı gökyüzüne bakıp kayan bir yıldız fark edip tam da eksiliğini duyduğun şeyi dileyince, o hemen oluverecekmiş gibi gelir ya insana. Sanki olmuş gibi mutlu olursun. Ya da sadece o doğa olayının güzelliği karşısında büyülenirsin bir dilek gelmese de aklına...
  9. Hız yapmak
    Hız yaparken sadece araba kullanmaya konsantre olmak zorundasın, başka bir şey düşündüğün an ölme/kaza yapma ihtimalin artıyor. O yüzden düşünemiyorsun o sırada başka bir şey. Eskişehir yolunda, makas ata ata cesaret edebildiğin son hızla ilerleyip de sonra yavaşladığın an bir an tüm sorunların bitmiş gibi geliyor. O düşünmediğin anlarda sanki onlar yok oldular. Yanılsama ama yine de mutlu ediyor beni.
  10. Büyük mutluluklarımın olduğunu fark ettiğim küçük anlar
    Bir dolu büyük mutluluklarım da var benim. Onlar hayatımda anlarla değil aylarla ifade ediliyorlar. O yüzden mümkün olduğunca anlık mutluluklarımı yazmaya çalıştım, ama çok zorlandım. Neye tamam budur desem, fark ettim ki o küçük mutluluk değil, kocaman mutluluk. Sonuçta belki oyunun kuralını bozdum ama gevezeliğim tuttu, hepsinin üzerinde uzun uzun geyik yaptım.

Çarşamba, Eylül 07, 2005

Fal

Sıdıka Rodop, Papatya Falı adını verdiği pırlantalı tasarımı
- Çıktı mı?
- Çıkmaz mı?

Salı, Eylül 06, 2005

Özlem

Bu aralar görevli olduğum kurumun kapısından çıktım az önce.

Penceresiz odamdan kalktim, turnikenin durduğu kapıya yöneldim, kapıya giden koridorda yürürken havanın karardığını fark ettim, şaşırdım. Turnikeye kartımı bastım. İyi akşamlar dedim güvenliğe. Kurumdan son çıkan benim herhalde. Sordum "var mı başka biri", "yok" dedi "kapattık dükkanı". Boş otoparka çıktım. Burnumda bir sızlama hissettim önce, sonra gözümde iki damla yaş.

Geçen sene... Aynı sahneyi yaşadım ben. Dejavu falan diye bikbik etmeyin, biliyorum neden bahsettiğimi. Benim blogu okuyanların yarısı Mobilsoft'lu, onlar da biliyor neden bahsettiğimi, yazının geri kalanı onlar için. ( "Mobilsoft ne yahu düşüncesi" ile aynı anda "yok ben illa okuyacam" düşüncesi aklından geçtiyse sen bilirsin, oku ama bil ki yazının geri kalanında "ne diyo lan bu kız" düşüncesi muhtemelen hasıl olacaktır sana. )

Geçen sene bilişim zirvesinden hemen önce, yani geçen sene tam bu zamanlar... Bizim meşhur BB projesinin lansmanı var, deli gibi çalışıyoruz. Sürekli mesai...Ve çoğu zaman, eğer şirketten beraber çıkmıyorsak, şirketten çıkarken yaşadığım duygu bugünkü.

Mobilsoftta, Sinanın falan odasının önünden geçerken sekreterin arkasındaki küçük pencereden görürsün ya havanın karardığını. İşin durumuna göre, ya "yedik ulan günü" diye geçer aklından, ya da huzur dolusundur. Bir yandan aferin bana diyorsundur, bir yandan bir sonraki günü planlıyorsundur. Çalışırken gözün saatte değildir, mesaiden çıkarken "oooo saati de bu saat etmişiz, hava da kararmış" ya da duruma göre "hava da aydınlanmış" diyorsundur.

Huzurun katlanır yaptığın iş o sırada keyif veriyorsa sana, mecburiyettin dışında birazda kendi isteğin ile kaldıysan şirkette (Artık yazıyı Mobilsoftlular bile anlamıyor! Olur ya öyle arkadaşlar arada, hani işin tatlı bir yeri vardır. İnce ince uğraşmışsındır da tam uygulama ve sonucunu alma aşamasına gelmişsindir, ya da yazdığın 32 sayfa raporu yazıcıdan almak ve ciltlemek kalmıştır geriye. )

Neyse sonuçta bitmiştir işin, yorgunsundur, hava kararmıştır, muhtemelen eve gidip yatacak, sabah da kafesten pogaça alıp işe geleceksindir, ama düşmemiştir omuzların. İşini sevmek önemli dersin içinden. "Yine de yarın bu saatte çıktığımı patrona laf arasında söylemeyi ihmal etmeyeyim. Yatırım olsun. "

O söylendiğimiz penceresiz çalışma ortamı var ya ben bugün orayı özledim.

Yemeeeek geldiiii diye bağırmayı,

Turnikeden çıkarken güvenlikle iki satır konuşmayı,

Havanın karardığını bile anlamadan işe kendimi kaptırmayı,

Dışarıya çıktığımda havayı koklamayı,

Serdarı servise yetiştirmek için kasmayı,

Tanerin yanındaki etejerin üstüne oturup şunu da yapsak bunu da yapsak diye konuşmayı,

"Hadi kızlar paylaşıyoruz, ben süreç yönetimine bakıyorum siz içeriğe bakın" demeyi,

İş bitmediği zaman umursamamak yerine içimin sıkılmasını özledim...


Ben 1 sene öncesini özledim. Ben özledim...

Pazartesi, Eylül 05, 2005

Kısa kısa "evden" notlar

  • Haftasonu kuaföre gittim, pek anlaşırız kendisi ile. “Hadi be abi yapalım bir değişiklik” dedim. Bilir, ben sevmem hiçbirşeyimi değiştirmeyi. “Ha, sen depresyon saçı istiyorsuuun” dedi. Hah dedim ondan. O da “tamam o zaman da yarın depresyonun geçince pişman olmayacağın bir şeyler yapmak lazım” dedi, kandırıkçı bir saç kesti. Depresyonuma yaradı mı bilmiyorum ama en azından Pazartesi sendromum yok, çalışırken camdan yansıyan görüntüme bakıyorum. Mutlu bir kokoşum ben :)

  • İzin aldım, haftaya tatile gidiyorum. Biraz daha gitmesem Uludağa gitmem gerekecekti. Artık emekli teyzelerimle sabahları (7.30 gibi) deniz kenarında idman yapar, sonra da “Su çivi gibi ama girince pek güzel teyzecim” “Maaşallah maşallah çarşaf, bizim torunlar gitti deniz güzelleşti” minvalinde konuşmalar yaparız. Akşamları da yazlık gazinoda okey oynayıp gazozumu bedavaya mı getirsem?

  • İzin formumu imzalattım sabah. “Tabi tabi hemen gidin dinlenin, gelin” dediler, ne kadar izin aldığımı bile sormadan imzaladılar izin formumu. “Gitmeyin Şebnem Hanım, sizsiz ne yaparız bir hafta? Yapamayız, kalır işler” falan bekliyordum, demediler. Pek bir bozuldum. Yok yok, tez vakitte yine vazgeçilmez yapmam gerek kendimi. Ben alışık değilim bu rahatlığa.

  • Rejimin 2. haftasını bitirdik ama tartıya yüz vermiyorum. Ne yapayım o başlattı. Hayır ne olur, istikrarlı bişey olsa. Ama yok, illa doğruyu söyleyecek doğrucu davut. Valla kendisine 2,5 hafta süre tanıdım, o süre sonunda beni toplam 5 kilo eksik göstermezse, bozuk olduğuna hükmedeceğim.

  • Düğün sezonu bitti rahatladık diyorduk ama millet rahat durmuyor ki, illa bir evleneceğiz telaşı. Eskiden futbolcular benden büyük olurlardı, aşık olabilirdim. Şimdi hepsi küçücük. Sonra güzellik yarışmalarındaki kızlar benden bir 5-6 yaş küçük olmaya başladılar. “Olm bu sene 87’liler üniversiteli oluyor, yaşlandık valla" demeye başladık sonra. Şimdi benden küçüklerin düğününe gitmeye başladım. Ama bu son darbe diğerlerine göre daha zor oldu. Bir köşede oturup darısı başınaları “Hah, benim niyetim yok, niyetim olsa 3. turu bindirirdim sizin kıza ama size ayıp olmasın diye gülümseyip efendi efendi cevap veriyorum” gülümsemesi ile cevaplamak ne kadar zor biliyor musunuz?

Perşembe, Eylül 01, 2005

Ondan bundan

Bir proje yüzünden/sayesinde kendi şirketimde değil bir devlet kurumunda çalışıyorum şu birkaç gündür. Çaya kahveye fiş verdiğimiz, çekmecelerimizde duran havlu kağıtlardan koparıp tuvalete gittiğimiz sıradan bir kurum işte.

Keyfim yerinde. 3 çay fişine fındıklı üçü bir arada var burda, bir de yanımda getirdiğim Bir Varmış Bir Yokmuş CD'leri...

Ben doğmadan önce yazılmış şarkılar bunlar. 75 öncesi Türk popu. Bir çoğu aranjman. Neşeli, eğlenceli müziklere yazılmış sözler. E tabi şimdi de olduğu gibi şarkıların bir çoğu ayrılık üzerine.

E oluyor mu o zaman da "Oh oh lay lay lom, ayrıldık, ben sürünüyorum, sen de sürün, oh salla çalkala" modunda şarkılar.

İnsanın ulen ne güzel şey ayrılık acısı falan diyesi geliyor. Olsa da çeksek! Hayır aslında daha yeni çektim, ordan biliyorum iyi bir şey değil ayrılık . İnsan kendini pek bi kötü hisseder bunlar nasıl böyle dansederek ayrılık şarkısı söylüyorlar diye düşünürken çalan şarkı gerçeğe döndürdü : Hasret

Bendeki versiyonda Nesrin Sipahi söylüyor. Asıl versiyonda ise Tanju Okan söyler, en sonunda da ağlar. Öyle bir işte ayrılık/aşk. Hiç unutamayacağını sandığın, yalvardığın, gitmesin diye gözünün içine baktığın, hasret çektiğin...

Neyse ki ayrılık da sevdaya dahil, neyse ki ayrılanlar hala sevgili...

Neyse ki hepsi geçiyor.


eXTReMe Tracker