<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d9035958\x26blogName\x3dGece\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://sebnem.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://sebnem.blogspot.com/\x26vt\x3d49898149766296179', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe", messageHandlersFilter: gapi.iframes.CROSS_ORIGIN_IFRAMES_FILTER, messageHandlers: { 'blogger-ping': function() {} } }); } }); </script> Gece Logo Ana Sayfa Profil

Perşembe, Haziran 30, 2005

İzin

Hayattan izin almak mümkün değilmiş, ite kaka devam ettirmek zorunda kalıyormuşsun bazı şeyleri. Canın da yansa, yüreğinde sıkılsa, bunalıp kaçmak istesen de dur diyemiyorsun hayata. Dünya canını yaka yaka dönmeye devam ederken, ya zamandan ya dünyanın dönme hızı rüzgar etkisi yaptığından yaran soğuyor.

Hayattan izin alamadım ama işimden izin almaya çalışıyorum. Mümkün olursa biraz buralarda olmayacağım.

Çarşamba, Haziran 29, 2005

Yerinde dönüyor Dünya

Playlist çok değişken son birkaç gündür, sürekli farklı şeyler dinliyorum. Az önce Murathan Munganın sözlerini yazdığını Söz Vermiş Şarkılarını dinlemeye başladım. Olmasa mektubun… Hem de Müslüm Gürses yorumu ile. Tam istediğim gibi :)

Seneler önce, lise iki… Büyüdüğümü sandığım yıllar, şimdi küçüğüm sandığım bu yaşlarımla tezat oluşturacak şekilde hem de… Okulun tiyatrosundayım ve akşamları prova yapıyoruz. Sıralardan oluşmuş bir sahnemiz var bizim. Toplam 6 repliğim olan oyunumu prova ediyorum o sıralar üzerinde. Oyun Atatürk üstüne, “Candan Can Koparmak” ve ben aşık oluyorum tabi ki Atatürk rolündeki arkadaşa…

Oysa ki biliyorum o sevmiyor beni. O yüzden dünya zindan oluyor bana… O zaman hala şimdiki akılsızlığımdayım, çivi çiviyi söker diye biriyle çıkmaya başlıyorum.

Aradan aylar geçiyor. Oyunu sergilemişiz, galadan sonra yemeğe gidiyoruz. Hayatımda ilk defa arkadaşlarımla akşam ondan sonra fasıla gidiyorum. Yanımızda oyunun yönetmeni olan Tarih hocası. Hepimiz ona emanetiz. Ama aksilik odur ki, o da bizi çok büyük sanıyor. Geliyor masaya büyük rakılar…

Yanımda çiviyi sökecek çivi, karşımda asıl çivi… Çivisi çıkmış bu dünyanın diyorum, içtikçe içiyorum. Sonra dayanamıyorum, “Ulen” diyorum, “ilk zamanlar, ilk provalarda ben senden hoşlanmıştım aslında”. Sahneden yeni inmiş, Atatürk bakışını atamamış üstünden zaten. “Bilmukabele” diyor. İçim eriyor… Gözlerim gözlerimde içtiğim rakılar büyük bir sarhoşlukla sonuçlanıyor. Ama asıl sarhoşluk o bilmukabeleden sonra başlıyor, günlerce geçmiyor.

Aradan birkaç gün geçiyor… Kızılayda yürüyoruz. Konuşacak kelime yok. İkimizde biliyoruz… Sonra o bana bir şarkıdan dize söylüyor, “Söylememem lazım biliyorum”. Bir sonraki dizeyi ben söylüyorum. “Susmuyor içim” . Ve sıra onda : “Seni seviyorum”. Sonra anlatıyor neden birlikte olamayacağımızı, elime bir mektup tutuşturuyor, bana yazılmış şiirlerle. Ve bırakıp gidiyor beni. Beni sevdiğini söylüyor ve terk ediyor. Ve ben bütün gece yıldızlara baka baka “Olmasa Mektubun” diye şarkı söylüyorum…

Ve seneler geçiyor. Bugün nerden aklıma geldi bu gayet iyi biliyorum. Dünya yerinde dönüyor…

Salı, Haziran 28, 2005

Hayat bazen öyle insafsız ki...

1,5 sene önce kendi kendime koyduğum depresyon teşhisini teyit ettirmek için psikiyatriste gitmiştim. Benim hiç test falan yapmadan koyduğum teşhisi senelerce tıp okumuş doktor bir bakışta koyamadı da bana uzun uzun testler verdi. İş girişlerinde falan da yapıyorlarmış o testleri, kime söyleydiysem ben de almıştım diyor. Bitmek bilmeyen sorular. Yanlış hatırlamıyorsam 570 soru seçenekli, 20 soru falan da boşluk doldurmaca... "Annemi severim ama keşke..." , "Evimde en çok sevdiğim...", "Evde yalnızsam..." tarzı sorular.

Ben de o dönemde zaten sürekli Sezen Aksunun eski şarkılarını dinliyorum. En acıtıcı olanları... Eskileri... Birden karşıma bir boşluk doldurma sorusu çıktı: "Hayat...."

Ben ilk aklıma geleni yazdım; Hayat bazen öyle insafsız ki... (Sezenin Biliyorsun şarkısından bir dize)

Ve sanıyorum o gün bu cümlenin hatırına kadın bana depresyon teşhisi koydu...

Aradan biraz zaman geçti, ben yine kendime teşhis koyduğum gibi kendi kendime iyileştiğime karar verdim. Bıraktım ilaçları.

Bugün yine eskileri dinliyorum, en can acıtıcı olanları. Yine gözlerim doluyor, yine içim acıyor. Canım sıkkın bugün. Ama biliyorum artık, geçecek... Şu hayatta her şey geçiciyken, hayatın kendisi bile geçiciyken üzüntüler sıkıntılar da geçecek.

Hayat bazen gerçekten insafsız doğru, ama o bazenlerden geri kalan zamanlar da pek bir keyifli yahu.

Pazartesi, Haziran 27, 2005

Kibariye'den Sezen Aksu'ya

Allah yaratmış di mi bizi. Az biraz akıl vermiş hepimize. Ki benimkinden yana bi şüphem yok, kendileri mevcut. Ama ben kullanmayı bilmiyorum. Kesin var bir şey...

Dün akşam bacaklarım ağrıyor, dur bi esneyeyim dedim. Normal insan ne yapar, duvar falan kullanır bu iş için. Ben koltuğun sırtına dayadım ellerimi, yere kırkbeş derece açı ile esneyeceğim sözüm ona.

E haliyle dayanamadı koltuk benim ağırlığıma -al bi rejim sebebi daha- geriye doğru gitmeye başladı, kalktı mı ön ayaklar! Ama benim eller hala koltukta, koltuk öne gidiyor, ben öne gidiyorum. Oldu mu bizim 45 derece açı 80 derece. Gittikçe gidiyorum öne, gittikçe gidiyorum, dayanamadi tabi bacaklarım, bükülüverdi.

Sonuçta ben koltuğun oturma kısmında yüzüm koltuğun sırtına bakacak şekilde kendimi otururken buldum. E tabi koltuğun geriye dogru hareketi anında bitti, ve koltuğun sırtı yüzümde patladı.

Çizgi filmlerdeki çarpma sonucu ile oluşan tepe kuşları hayal ürünü değilmiş, onu anladım.

Neyse sonuçta Kibariye görüntümü geçici bir süre Sezen Aksu olarak değiştirmiş oldum. Üst dudak balon... Aslında düşününce fena da olmadı...

Cuma, Haziran 24, 2005

Arka Koltuk

Rejim yapmamın ana sebeplerinden birinin motora binememek olduğunu söylemiştim, motora binince ter dökmemek, nasıl ineceğimi düşünmemek için zayıflamaya çalıştığımı...

Aslında haftanın 5 günü oğlumlayız, siyah, güzel ve borcu asla bitmeyecekmiş gibi duran arabamla. İki sebebi var bunun.

Bir, ben kokoşum! İşe ceketler, topuklu ayakkabılar ve etekler ile gidiyorum. Üstelik seviyorum da böyle olmayı. Motorla tarzımız uyuşmuyor.

İki, motor sevdiceğin, ben ancak arka koltuğu sahiplenebiliyorum, o zamanda kalk gidelim olmuyor tabi. Ama yine de son dönemde her fırsatta tutturuyorum hadi beni gezdir diye. Canımcımda gezdiriyor beni bi ton kaprisimi çekerek.

Genelde şöyle oluyor süreç. Benim aklıma birden geliyor.

Hadi motorla çıkıp ODTU'ye falan gidelim.Ama uygun mu kıyafetim acaba?


Sonra aşağıdan yukarı doğru süzmeye başlıyorum kendimi. Zaten hafta içi ise ayakkabılarda genelde takılıyoruz. Haftasonu ise bir üst seviyeye geçebiliyorum.

Pantaloooonnn! Burası çok önemli. Zaten Tanerin koyduğu bir dolu kısıt var, açık renk olmayacak, sürtünmeye dayanıklı olacak, kot ya da ondan daha kalın kumaş olacak, paçalar dar olacak. Aslında hiç birini çok önemsemiyorum. Benim tek kısıtım var: Bu pantalonla motora binmek için ayağımı attığımda yarı yoldamı kalırım, biner miyim? Binersem yırtılır mı? Eğer bu aşamayı da teoride geçebildiysem işi pratiğe döküyorum. Olduğum yerde motora binme egzersizi yapıyorum. Karar sistemi çok basit: pantolonun dikiş yerinden ses geliyorsa binme, ses gelmiyorda bin.

Bu aşamayı da geçtiysek mont aşamasına geliyoruz.

Motora binebilmem için alınmış süper botlarım siyahlı ve kırmızılı. Dolayısı ile siyah çantam olmalı. Bu ne demek mont da siyah olmalı. Neden? Çünkü ben kokoşum, öyle siyah ayakkabının üzerine lacivert mont çekip çıkamam. Ama motorda giyebildiğim tek montum lacivert. Huyumu bilen Taner, kandırmaya çalışıyor beni;

Bak kaskın da lacivert! Süper uyuyorlar.


Tamam diyorum bunun üzerine, siyah montu arkaya koyarız, ben lacivertle biniyorum. E bu da bir garip oluyor. Motordan inince önce kaskı çıkar, arkasından montu, git arkadaki çantadan diğer montu ve kokoş çantanı çıkar, giy... Kokoş hatundan motorcu yapmaya çalışırsan böyle olur diye söyleniyor Taner yanımda.Umursamıyorum binip inebiliyorsam bence sorun yok.


Tüm aşamaları geçip biniyorum nihayet motora. Ancak yine keyifsizim çünkü bir kaska bir karış mesafeden bakarken görebildiğin manzara son derece kısıtlı...

Bu seferde ulan bi de bunun ön koltuğuna geçsem düşüncesi geçiyor aklımdan. Yolu görsem, rüzgarı hissetsem... Hemen arkasından aklıma geliyor böcekler çarpsa üstüme, arı soksa, alerjiler kudursa... Yok neyime gerek benim diyorum. Bana bu kokoslukla motorun arkası bile fazla!

Perşembe, Haziran 23, 2005

Alerji

Dün sinema akşamı olacaktı: önce bir yemek, arkasından kahve ve nihai olarak sinema..

Rejimdeyim ben kardeşim, özenle seçtim yiyeceğim yemeği:"Ben bir ton balıklı salata alayım, yağsız ve sossuz olsun lütfen..."

Üzerine bir de kremasız, şurupsuz, şekersiz bir Starbucks kahvesi... Nasıl keyifliyim. Birden bir gümbürdeme. Bakınıyorum ne oluyor diye. Meğer benim içimden geliyormuş o ses. Ben kalp seslerimi vücudumun her yerinde duyuyormuşum. Özellikle sırtımda. Sanki biri geçmiş arkama sırtımda bateri solo atıyor. Başlıyor bir baş ağrısı. Elimden kahve bardağını bırakmadan (malum pek kıymetli o, selam olsun tüm anti-starbucksçılara) sırtımda baterist kafamda bir sepet dışarıya hava almaya çıkıyorum. Kızarmışım ben meğerse. Kollar, omuzlar, yüzüm, boynum... Karşıda Bayındır Hastanesi, benim elimde kahve bardağı, kararsızlık...

Gidiyorum hastaneye. Bu sefer bıraktım artık bardağı, ayıp olmasın diye. Zaten pek acillik durumum yok, öyle insan yürüye yürüye acile mi gider? Giriyorum içeri,"Hoşgeldiniz" diyor, bankodaki görevli. Bir an boş bakıyorum kadına, ya biz abarttık herhalde diyorum içimden. Ağzımdan "Canım acıyor" dökülüyor. "Tamam" diyor kadın, "sigorta kartınızı alayım". Yok diyorum ya, tamam ben abartıyorum, hasta değilim, bak banko görevlisi bile bir bakışta anladı. Şimdi doktor kesin gelip dalga geçecek, onu da geçtim, kesin kızacak, "İnsan kızarınca acil servise mi gelir kardeşim".

Neyse yatırıyorlar beni bir yatağa. Hemşire geliyor. Normal bir hemşire düşünün, onun önüne bir kalp krizi vakası getirin, telaş durumunu düşünün. Benim hemşire o hemşireden daha telaşlı. O telaş yaptıkça, ben onu rahatlatmaya çalışıyorum. Serum için damara giremiyor, "Boşverin ya, damar bende çok, hem ben kastım da ondan olmadı" falan diyorum, o hala "Ay ya peak yapti, eyvahlar olsun, ne yapacaz şimdi falan diyor". Gözlerim korkuyla kadının gözleri ile buluşuyor. Kadın benden daha feci kormuş. Kadının yarattığı stresi düşünürken birden aklıma geliyor, ulan bu serum kalorili bişey mi ki?

Neyse belli oluyor benim durumum, yediğim ton balığı bir anda alerji yapmış. Hep yediğim salata, hep yediğim yer. Doktor olur öyle diyor. Bu arada benim yanımdaki yatakta yatan bir bayan var. Benden 10 dakika önce gelmiş, aynı yerde aynı salatayı yemişiz. Biz kesin zehirlendik diyoruz. Doktor geliyor, bir fırça kayıyor bize, "yahu kaç sene tıp okudum, alerji bu, daha sizin salatalar midenize gitmedi." Tesadüf...

Çıkarken doktor konuşuyor benimle : "Vücudunuz hassaslaştı, bir iki gün değişik bir şeyler yemeğin"

Atlatıyoruz badireyi. İşe geliyorum. Bugünün yemeği neymiş diye bakıyorum listeye: "Roman çorba, meksika köfte!"

Çarşamba, Haziran 22, 2005

Rejim Günleri

22 Haziran 2005. Rejim dönemlerinde günde 2 defa ziyaret edilen tartının son dönemde hiç görülmemiş olması tehlike sinyali idi. Cesaretimi topladım ve bu sabah kendisi ile münasebetimizi tekrar başlattım. Sonuç: bu sabah tartı yine 1 tonluk bir fil olduğumu teyit etti. Ama aslında tartı teyit etmese de biliyordum.

Bırakın mağazalarda denediğim pantolonlara sığmayı, ben kabinlere sığmıyorum. Daha acısı var, ben motosiklete sığmıyorum arkadaşlar. Bir insanın motor üstündeyken nasıl düşüncelere sahip olması beklenir… Benim aklımdan geçen düşünceler: “Pantolon yırtılır mı, inerken basamak mı dayasak, yaradana sığınıp bindik, nasıl inecez şimdi durunca, kalabalık bir yerde durmasak bari”. O kabinlerde, motorda, giremediğim her pantolonda nasıl boncuk boncuk terler döktüğümü bi ben bilirim. Ama dışa vurum nasıl? Barışığım kendimle, kilolarımla dalga geçebilirim, şişmanım ama neşeliyim. Hadi ordan.

Neyse sonuçta yine bir rejim başlama günü. İşyerinde çekmecem Etiform türevleri ve meyvelerle dolu. Sürekli kendi kendimi gaza getirme modu. Daha önce 14 kilo verdin, yapabilirsin kızım sen, süpersin, aslansın, kaplansın… Sonuçta iki ihtimal var, ya ben 4 ay sonra hala kek kalıplarına bakıp kilomla dalga geçiyor olacağım, ya da 14 kilo zayıf.

Salı, Haziran 21, 2005

Geri döndüm

Uzun upuzun zamandır yazmıyorum, nedense yazmak için ya maksimum keyifli ya maksimum keyifsiz olmam gerekiyor. Bu aralar hep avarajlarda olduğum için değil aslında yazmamam. Maksimum keyifli olduğum zamanlar nihayet askerden gelen sevdiceğin yanında geçiyor, maksimum keyifsiz olduğum zamanlarda da yine o teselli ediyor beni. E tabi ben o arada, “çekilin huleyn blogum beni özler” diyemiyorum.

Neyse özetle I am back again…


eXTReMe Tracker