<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d9035958\x26blogName\x3dGece\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://sebnem.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://sebnem.blogspot.com/\x26vt\x3d49898149766296179', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe", messageHandlersFilter: gapi.iframes.CROSS_ORIGIN_IFRAMES_FILTER, messageHandlers: { 'blogger-ping': function() {} } }); } }); </script> Gece Logo Ana Sayfa Profil

Salı, Mart 29, 2005

Astroloji

Geçen gün bir mail aldım. "Burcunuz ve siz" diye bir başlıkla. Hatun kısmıyız ya, dayanamadım, hemen okudum. Ayol aynı ben, bu kadar olur. Kopyalamışım bir yere, bugün buldum. Bir kere daha okudum. İlk okuduğumdaki etkiyi yaşatmadı bana, bu sefer daha mı gerçekçiyim ne?

Utangaç, hayal dünyası geniş, biraz üzgün, biraz çılgın bayanlardır.
Kısaca manik depresif, uzun yoldan deli demiş bu işin uzmanları, yok valla deli değilim. Ama pembe panjurlu ev hayali kurduğumu itiraf etmeliyim. Yoksa bu deli olduğumu mu gösterir, bu zamanda, bu yaşta? Ama valla Noel babaya inanmayı bıraktım.

Eleştirilmekten, reddedilmekten hoşlanmazlar.
Ya evet, herkes bayılır da bir tek Yengeç kadınları hoşlanmaz ! Ama bak hele bir eleştir, hele bir de haddini aş, beni reddet bak bakalım neler geliyor.

Çok iyi sır tutarlar.
Ben bir de çok iyi nefes tutarım, özellikle biri bana sırrını anlatırken. Hatta bir nefes tutumluk zamanda sır da tutabiliyorum. Yahu, ben tüm hayatımı Hülya Avşar kıvamında göstere göstere yaşıyorum, her şeyimi herkes biliyor. Kendi sırlarımı tutmuyorum, ne tutucağım elaleminkini?

Tanıştığınızda peşinizi bırakmayacak, hatta zaman zaman ilgisinden sıkılacağınız, samimi ve sevecen insanlardır. Sevdiğinde karşısındaki kişiyi yüceltir,ona itaat eder ve çok sıcak bir sevgiyle bırakmamacasına sarar. Onun aklından ayrılık fikri kesinlikle geçmez. Çünkü duyguları yüzeysel değildir, kendisine ait olduğunu düşündüğü her şey sonsuza kadar onunladır.
Uzak durun benden, benimle tanışan adamlar askere kaçıyor kurtulmak için. Olmadı ülke falan değiştiriyorlar. En son bir arkadaşım Avustralyaya gittim yine de kurtulamadım senden dedi. Çoğu erkek arkadaşım beni annesi sanıyor. 30 yaşındaki kazık kadar heriflerin üşüyüp üşümediklerini soruyorum ben çünkü.

Hiç fark etmez, okul, iş, araba, ev, arkadaş, sevgili... Benimse en iyisidir, ben hayatta ayrılamam. Ama niye bir sor, en iyisi olduklarından mı gerçekten? Aman şimdi kim uğraşacak yenisini bul, sev, öğren falan diye. İdare ediyoruz işte böyle. Ya dert değil aslında da, üzerine alınıyorlar, birden havalanıyorlar, "yok şekerim benim huyum böyle sana özel değil" diyorsun inanmıyorlar, o zaman kötü oluyor.

Beğenilmeme korkusu ve yeterince sevilmediğini düşünmek çoğu zaman onu rahatsız eder. Hatta çok iyi aşçı olmasına rağmen bazen iyi yemek yapamadığından bile şüphe eder. Oysa evde en çoksevdiği yer mutfaktır.
Erkeğin kalbine giden yolu iyi öğrendim. Bir de yazılarını okuyorum İlhan Uçkan'ın, diyor ki her şeyi becerdiğinizi söylemeyin erkeklere. Ben de bol bol iltifat almak için "Ay olmamış di mi, yine beceremedim" diyorum en lezzetli yemeklerime, onlar da "ulen beceremediği yemek buysa bundan süper ev hanımı olur" diyor, beni matah bir şey zannediyorlar. Taktik yani.

Cimri sayılmazlar, savurgan da değillerdir, biriktirmeyi, güvende olmayı severler.
Oldu, bu devirde, bu maaşla hem cimri olma, hem de para biriktir. Ya ben beceriksizim, ya astroloji pek sağlam temellere dayanmıyor.

Bir yaz gecesi rüyası...

İzin isterdik annemizden vermezdi, "Anne lütfen bak Esin bile izin almış" diye ağlamaklı bir tonda konuşurduk. Bakarız derdi akıllı annemiz.


İşte o zaman başlar işkence. Sevindiğini belli edemezsin, "daha izin vermedim, düşüneceğim" der annen. Hemen arkadaşlarının yanına gidip haber vermek gelir içinden, "aman, nereye hemen" der. İzin vermekten vazgeçer diye korkar, çıkamazsın evden. Bütün gün iyi geçinmeye, iyi evlat olmaya çalışırsın ki bu yazlıkta çok zordur. Denizde o kadar kalınmaz, su sadece 2 saat verilir ve o iki saat tam senin duş yapmak istemediğin zamana denk gelir, meyve yiyeceğin zaman altına tabak almazsın, yazlıktasındır, rahatsındır, tatildesindir, ve bunu anneni daha çok çalıştırmak için bir hak gibi görürsün. Hatta böyle ısrar ve izin günlerinde çocukluk aşkının yanında gelip de "toplamadan çıkmışsın odanı" demelerine bile ses çıkaramazsın. Ailenle özel hayatın yoktur çocukken, ailen sakınmaz çocuk olduğunu sürekli hatırlatır sana, oysaki sen bir seneyi ayrı geçirdiğin arkadaşlarına çok büyümüş gibi yapmaktasındır.

Neyse izin aldın, bütün gece dışardasın, "Güneşi doğuracağız anne, merak etme beni gece" diye bağırırsın dışarı çıkarken. Hep senden bir üst jenerasyondan duymuşsundur, "abi bi uyandım aksam olmuş, e tabi güneşi doğurduk dün gece, süperdi olm var ya..."

Saat hemencecik 1 olur. Yandaki kampın 03-73 yaş arasında müşterileri olan "disco"suna gitmiş, oradan siteye dönmüşsündür. Artık biraz daha sessizdir ortalık. Bira alırdırırsın marketten, kendin alamazsın, çünkü daha sen eve döndükten 1 saat sonra, baban gidip ekmek alacaktır oradan. Bir yandan biranı içerken muhabbet edersin arkadaşlarınla. Saatler ilerledikçe yakın evlerden yazlık pijama ile biri çıkar "çocuklar sessiz biraz, jandarma çağıracağım valla" diye söylenir. Biranın etkisiyle erkek çocuklar ağaç altı aranırken sen eve gitmeye korkarsın, bir daha çıkamazsam diye. Bütün gece tuta tuta tuvaletini, "yaaa gitmeyin, ben bu gecelik izin aldım dersin" uykusu gelen arkadaşlarına. 3'ten sonra artık gözlerin kapanmaya başlamıştır, ama kararlısındır, o güneş bu gece doğacak.

Üşürsün... Sonra annen çıkagelir, zaten evden topu topu 200-300 metre uzaklıktasındır. Merak etmiş, üşüyeceğini bilmiş, merserize kazağını bahane edip yanına inmiştir. Paniklersin, o gelmeden sen yetişmelisindir. Bira şişeleri ortada, yanında hoşlandığın çocuk, yan bankta sızmış bir arkadaş. Görmemeli, hemen yanına gitmeliyim.... Neyse kurtardık dersin, kazak içini ısıtmaya başlamışken.

Rüzgar hafiflemiştir. Sen sersemlemişsindir. Havada değişiklik sezersin. Dikleşirsin birden. Bi aklıevvel hadi iskeleye der, sanki 50 metre ilerde olmak değiştirecekmiş gibi, bir dolu çocuk daha kurumamış tahta iskeleye oturur. Bilirsin, tahta iskelenenin nemlendirdiği popon yüzünden bir azar işiteceksindir annenden, ama artık önemli değildir, o büyülü renkleri nihayet sen de görebileceksindir. Güneş doğar, çıt çıkmaz, denizin üzerindesindir. Güneş doğar, gece biter, evin yolunu tutarsın, yüzünde aptal bir gülümseme ile.

Henüz 25 yaşında anlarsın ki bundan sonra o renkleri sadece sabah işin çok olduğu için sabah ezan okunurken evden dışarı çıktığın için yaşayabileceksindir. Ağzında aynı bira tadı, aynı ürperti, o zaman ki aptal gülümseme ile işe doğru sürersin arabanı, bir burukluk vardı üzerinde, havada...

Edit: Yandaki fotografı yazıyı tekrar okuduktan sonra ekledim. Didimdeki ilk gençlik günlerini, yukardaki hikayeyi beraber yaşadığımız, bazen yan bankta sızan arkadaş, bazen hoşlandığın çocuk olan bu adamları çok özledim. Sadece bu 3 kişiyi değil tabi,hepsini, hepinizi.

Çarşamba, Mart 23, 2005

İş görüşmesi için ukala bir case study- Part II :)

Geçen seferki ukalıklarım işe yarayıp da 2. görüşmeye çağrılınca, dolabımızdan takımımızı çıkarıp üzerine bi de ukalığımızı takınıp görüşmenin yolunu tuttuk. Tok satıcıyım ya, hiç taviz vermeden "kendimi kaça satabileceğimi" anlamaya çalışmak üzere görüşme odasına girdim. Girizgah hal hatır derken hiç bozmuyorum havamı. Şimdi kamuya açık yerde yazıyorum diye "burnum havalarda" diyeyim, siz anlayın neyimin nerede olduğunu.

Neyse, geçtik görüşme faslına. Karşımdakiler 4 kişi.
- Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
- (Dur kesin bunların içinde Ankara Koleji vardır) Tabi, isterseniz liseden başlayayım çünkü Kolej mezunuyum, mezunu olmaktan da gurur duyorum. (Hayır, hayır tahmin etmeliydim, yok kolej mezunu içlerinde, yüzlerine "hıh, kolej snobu işte" ifadesi yerleşti bile, nasıl toparlayacağım şimdi)

Tam kolej fiyaskosunu atlattığımı düşünürken iş tecrübesi kısmına geçtik. Orada da çok havalıyım, Ankaranın 2 holdinginde çalışmışım ki hava atmak için süper malzeme. Haliyle başladım havalı havalı konuşmaya (Araya teknik terimler ve İngilizce kelimeler serpiştirmenin etkisini geçen hafta ki case study de incelemiştik, tekrarlamıyorum) Ancak, bu sefer genel müdürle görüşüyorum ki kendileri işletme kitaplarında "kurt" olarak tanımlanan kesimden.


- Peki Şebnem Hanım, 2 büyük grup, başarılı işler. Şu anda çalıştığınız grup bize göre çok high-level (Burada İngilizce kelime kullanılmasının nedeni ukalalık ya da ispat değil, gerçekleri perdeleme ve daha az kulak tırmalamasını sağlama, diğer durum ile karıştırılmasın) Huzursuz oldum, neden holding bünyesinden bizim gibi bir şirkete geçmek istiyorsunuz?

- (Biliyordum, biliyordum...Yemedi işte, adam kurt, o kadar ukalalık yaparsan, böyle yapar işte, siz fazlasınız mesajı verip paniklememi istiyo, hemen çark etmem lazım, "ya aslında benim de endişelerim var" denmez ki bu konuda) Tamamen şans aslında, yoksa benim gayretim değil. Zaten ben hep "dedicated" ekiplerle çalıştığım için büyük holdinglerin içindeki küçük firma gibiydik. O yüzden grupların büyüklüğünden çok ekipler beni ilgilendiriyor. (Yırttık galiba)

- (Bırakmam kızım seni, sen hava at bize başarı hikayelerim var falan diye, sonra bizden iş iste) Peki neden ayrılmak istiyorsunuz?

- (Sen kurtsun da ben de kuzu muyum? Belli sorunlar var ama bunlardan hiç biri, ciddi bi problemler değil, çok para istiyorum ben, daha iyi bir pozisyon istiyorum diyecek halim yok ya) Aslında bu konuda çok konuşmak istemiyorum, ben çalıştığım kurumu sahipleniyorum, o yüzden kol kırılır, yen içinde kalır bunlar konuşulmazmış gibi geliyor bana. Ama falan filan........... (Oh be, kurumsal kimliği sahipleniyorum mesajı da verdik müstekbel patrona, e tabi bi de networkün önünü kestik, dedikodular mevcut patrona ulaşamayacak)

- (Adamda hala fazla ukalasın, dediğin gibiysen "over qualified" damgası yiyeceksin havası var sıradaki soruyu sorarken) Peki kariyer hedefiniz ne?

- (Ukala olmak ve artık biraz daha küçülmek arasında gelip gitmeler arasında zaman kazanmak ve öyle muhabbet havası oluşması için) Genel müdürlükte gözüm yok merak etmeyin. (Nihohahaha, ama ama niye karşımdakiler gülmüyor)

- Biz genel müdürlükte gözü olanları arıyoruz ama. Önümüzdeki 5 senede nerede olmak istiyorsunuz ki?

- (Yok ne yapsam yemedi, ben iyice küçüleyim bari) Ben henüz kariyerimin başındayım, sonuçta aldığım eğitim bana sözünü ettiğiniz hırsı kazandırdı ama önümüzdeki 5 seneyi genel müdür olabilecek kadar yetkinleşebilmek için kendime yatırım yaparak geçireceğim. (Hırsım var ama kendiminde farkındayım mesajı vermiş olayım artık nolur, işler sarpa sarıyor)

- (Veeee beklenen sonuç) Teşekkürler biz sizi ararız.

Pazar, Mart 20, 2005

İş görüşmesi için ukala bir case study Part I :)

Malum işletme mezunuyuz... Her ne kadar dersler de açık açık söylenmese de biz doğrudan genel müdür olmak için yetiştirildik. (Misal, İş hukuku dersini bile işçi değil işveren olarak okuduk.) Bu eğitimin ve kişisel bir takım eksikliklerin - ya da fazlalıkların mı demek daha doğru?- sonucunda ukalık da kişiliğimizin bir parçası oldu.

Bu giriş kısmı, geçen gün çağrıldığım, pek istemediğim, sadece ayıp olmasın diye katıldığım bir iş görüşmesindeki ukalıklarıma mazaret olsun diye yazıldı.

İddia ediyorum, bu görüşme IK derslerinde case study olarak okutulabilir. Başlıkları görür gibiyim : "Ukala adaylarla başa çıkma yolları" ya da "Kendinden emin olma nerde biter, ukalalık nerede baslar?"... Olsun, Hikmet Timur tarafından keşfedilip derslerde okutulmaya başlayana kadar ben buraya yazayım da belki görüşmenin neticesine göre yapılması gerekenler ya da yapılmaması gerekenler olarak bi okuyan çıkar.

Geçelim görüşme kısmına:

(Klasik "Aday-İK uzmanı diyalogları" sorusu geliyor, aslında hiç öyle bir şey olmuyor da o anda akıllarına gelmiş gibi) Pekiiiii, pekiiiii… Mesaiye kalmakla ilgili bir sıkıntınız var mı?
— Benim yok da, ekibin var mı?(İş, proje yöneticiliği, dolayısı ile proje ekibi ile çalışmak gerekiyor.)
— Nasıl yani? (Evet, şimdi gözlerin açıldığını ve kafaların masalardan kalktığını hayal etmenizi istiyorum)
— Yani ekip deadlinelar ile çalışmak konusunda problem mi yaşıyor ki mesaiye kalmanız gerekiyor.
— (Honk!! )Yani o konu sizin onları ne kadar motive edebildiğiniz ile ilgili.
— (İşte kendinden emin olmanın ukalalığa döndüğü an) O zaman mesailer ile ilgili bi problem yaşanmayacak!!

Görüşme sırasında araya İngilizce kelimeler karıştırılmalı ki hem yeterince ukala olunduğu meydana çıksın hem de ingilizce bilindiği ispatlansın. Tabi öyle rastgele bir yerde kullanmıyoruz kelimeyi, kendimizden emin olduğumuzu vurgulamak için kullanıyoruz. Şöyle ki:

—İşin üstesinden gelebileceğinize inanıyoruz.
—Ben de inaniyorum ama zoru da severim. Challenge edebileceğim bir iş beni daha çok tatmin eder.

Son olarak hiç bunlardan bahsetmeden bir çok mesajın tümünün birden tek cümlede verilmesini örnekleyeceğiz:

— Teknik olarak da biraz bilgi sahibi olmanız bu pozisyon icin önemli....
— 3 yıldır IT sektorunde çalışıyorum. Hep teknik arkadaşlarla çalıştım. O nedenle, yazılımcı arkadaslara Amerikalı İşletmeci ukalıklarının sökmeyeceğini iyi biliyorum. Müşterinin taleplerini hiç teknik bir şey konuşmadan anlayarak, konuyu teknik arkadaşlara onların anlayabilecegi sekilde "convert" ederek anlatacak kadar teknik bilgi sahibiyim. Taleple, yapılan iş arasında "gap" oluşmaması için bunun şart olduğunun da farkındayim. ("Kendimle dalga geçebilirim, teknik arkadaşları idare etmeyi beceririm, Ingilizce konuşabiliyorum ve müşteri odaklıyım" mesajlarını bir cümlede vermeyi başardık işte)

Sözün özü, anlayan anlar, anlamayan ukala der geçer. Ben eğlendim :)
Edit: Muhtemelen onlar da eğlenmişler ki beni ikinci görüşmeye çağırdılar.

Çarşamba, Mart 02, 2005

Karanlığa alışmak

Hafif alkollü ılık bir kahve olsa yanımda, arabamda yağmur bulutlarını kovalasam. Onlar nereye ben oraya... Silecekler yağmurun gerektirdiğinden bir düşük ayarda çalışsa... Zaman zaman kaybolsa yol ortalıktan, yolumu ben çizsem, yolun dışına çıkmadan.

O geceyi hatırladım. Toprak yolda farları kapattığımız o geceyi. Kapkaranlık olmuştu her yer. Yıldız var mıydı, kar yağıyor muydu hatırlamıyorum. Nedense ben kullanıyordum arabayı. Korkuyordum, yolun dışına çıkmaktan, oğlumun canını acıtmaktan, bizim canımızı acıtmaktan. 5-6 metre gidince hemen açıyordum farları bir kaç saniyeliğine. Kızıyordun bana, kapattırıyordun tekrar farları.

O gün, "Karanlığın içinde yeterince kalmıyorsun ki gözlerin alışsın, tekrar görmeye başla etrafı" demiştin. "Korkma" demiştin, "biraz sabredersen karanlığın içinden de yolunu bulursun."

Gel artık be, kahvemin kokusuna karışsın senin kokun... Ya da git artık, karanlığa alışayım...


eXTReMe Tracker