Bir devlet kurumu içinde bir proje için kurulmuş özel ofisteyim yine…
Fark ettim ki bu kurumda saat 17.30’da içerdeki çocuk sayısı ile yetişkin sayısı eşit oluyor. Saat 17.30’da bayanlar ellerine kartlarını alıyorlar, cep telefonlarını (eskiden pazara giden anneannelerimizin yaptığı gibi) koltuklarının altına sıkıştırıp servisten inen çocuklarını karşılıyorlar. İçerde “Canan teyzeeee, örtmenim bugün şarkı söyletti bana” diye dolaşan yeşil, sarı, mor, kırmızı turuncu paltolu küçük adamlar dolaşıyor ve kurumda tuvaletin, çay ocağının, fotokopinin yerini benden iyi biliyorlar.
Hemen yandaki kurumun kapısının önünde bir kamyonet duruyor haftanın bazı günleri ve “Balıııık, taze balııık” satıyor, işten çıkanlar servise binmeden önce kapıdaki balıkçıdan balık alıyorlar, akşama taze taze pişirelim diye. Her öğlen bütün kurumların tam ortasını hizalamış meyveciden sonra bunu garipsemiyorum.
“Ben report’u perfect hale getirirken, X beyler de son checklerini yapacaklar” cümlesini kurabilen özel sektör “snob”ları ile çalışmaya çalışan 15 yıllık devlet memuru X bey ise o saatlerini kurumda açılan İngilizce kursunda geçiriyor zaten. O yüzden ben boşuna Türkçeleştirmiyorum konuşmamı. (Ben kurmadım bu cümleyi valla, o kadar da diil)
Çaycı geliyor, “abla dünden 3 fiş borcun vardı, yazıyorum hesaba" diyor, ben "bu çaycıyla ne hesabım var ki acaba” diyorum. Uçan kuştan sonra bi çaycı kalmıştı borç takmadığım diye düşünürken “Kahve duble olsun Kemal” diyorum, ben ne ara alıştım, su bardağında gelen kahveye duble demeye, çaycıdan kahveyi utanmadan sıkılmadan bu kadar rahat istemeye?
Bilkentte plaza insanı olmaya çok alışmışım ben, yerimi yadırgıyorum.